Ülkemiz aktif fay zonları ile her zaman büyük deprem tehlikesine maruz bir ülkedir. Her beş yılda büyük ölçekli bir depremin olma olasılığı yüzde 60 civarındadır. 1900-2023 yılları arasında önemli ölçüde can ve mal kayıplarına yol açan 50’nin üzerinde deprem olmuş, sonucunda yaklaşık 200.000 kişi hayatını kaybetmiş, 400.000 kişi yaralanmış ve 1 milyona yakın konut yıkılmış veya kullanılmaz hale gelmiştir.
Çok yakın tarihimizde meydana gelen özellikle, Körfez/Marmara Depremleri (Mw=7.4 büyüklüğündeki 17 Ağustos 1999 tarihli Kocaeli, Mw=7.2 büyüklüğündeki 12 Kasım 1999 tarihli Düzce) ile Kahramanmaraş depremleri (06 Şubat 2023 tarihinde 9 saat arayla iki kez meydana gelen Mw=7.7 ve Mw=7.6 büyüklüğündedir), insanlık tarihinde yaşanan en büyük felaketlerdendir.
Körfez/Marmara depremi (Kocaeli ve Düzce Depremi) ülkemizin gerek nüfus gerekse ekonomik faaliyetlerinin çok yoğun olduğu bir bölgesinde yer alan Kocaeli, Sakarya, Yalova, İstanbul, Bolu, Bursa ve Eskişehir illerinde etkili olmuştur. Resmi rakamlara göre 18 bin 373 kişi hayatını kaybetmiş, 48 bin 901 kişi yaralanmış, 5 bin 840 kişinin de akıbeti bilinememektedir. 66.441 konut ve 10.901 işyeri ağır hasarlı, 67.242 konut ve 9.927 işyeri orta hasarlı, 80.160 konut ve 9.712 işyeri ise hafif hasarlı olarak kayıtlara geçmiştir. Connected Business initiative (CBİ) Türkiye Platformu’nun hazırladığı rapora göre 1999 Marmara depreminde 30 binden fazla işletme zarar görmüş ve 200 milyar lira düzeyinde bir zarar oluşmuştur.
Bu depremlerin neden olduğu ekonomik, sosyal ve duygusal tahribatın izleri tam olarak atlatılmadan bu defa 6 Şubat 2023 günü merkez üssü Kahramanmaraş olan iki büyük deprem meydana gelmiştir. Adana, Adıyaman, Diyarbakır, Elazığ, Gaziantep, Hatay, Kahramanmaraş, Kilis, Malatya, Osmaniye ve Şanlıurfa olmak üzere 11 ilimizi kapsar mahiyetteki bu depremler Cumhuriyet tarihimizdeki en çok can ve mal kaybının yaşandığı doğal afettir. Resmi rakamlara göre yaklaşık 50.000 kişi ölmüş, 107.000 kişi yaralanmış, 431.421 bina az hasarlı, 40.228 bina orta hasarlı, 179.786 bina ağır hasarlı, 35.355 bina yıkık ve 17.491 bina ise acil yıkılacak olarak kayıtlara geçmiştir.
Yukarıda bahsi geçen her iki büyük depremin demografik, ekonomik ve sanayi gelişmişlik açısından ülkemizin en önemli bölgelerinde meydana gelmiş olmasının yanı sıra, içinde bulunduğumuz ekonomik ve mali kriz anında da olması ayrı bir şanssızlıktır.
Ağustos 1999 Marmara Depremi’nin ardından 30 yıl içinde olacağı tahmin edilen/ileri sürülen büyük İstanbul depremi, 10 ili yıkıp geçen Kahramanmaraş merkezli deprem felaketinin ardından tekrar akıllara geldi. Konusunda uzman kişi ve kurumlar, olası bir marmara depreminin sadece ekonomi üzerinde yaratacağı tahribatın Kahramanmaraş felaketinin yarattığı tahribattan en az 10 kat fazla olacağını ifade etmektedirler. Bu anlamda Kahramanmaraş depremlerinin etkili olduğu bölgenin 2021 yılı rakamlarıyla aşağıda belirtilen bazı ekonomik verileri, oluşabilecek tahribatın büyüklüğünü tahmin etmemize yardımcı olacaktır. Söz konusu bölge,
Ülkemiz toplam nüfusunun % 16.4’ünü oluşturan 14.013.196 kişilik bir nüfusa sahipti (Sayıları 1.7 milyona ulaşan Suriyeliler bu rakama dahil değildir),
Türkiye genelinde kaydedilen yüzde 11,4 oranındaki ekonomik büyümeye katkısı yüzde 0.98’di,
Gayri Safi Yurt İçi Hasılanın yüzde 9.8’ine denk gelen yaklaşık 79 milyar dolarlık bir katkı vermekteydi,
Ülkemiz toplam ihracatı içerisindeki payı yüzde 8,6, toplam İstihdamı içerisinde payı ise yüzde 13,3’tü,
Ülkemiz vergi gelirlerine 118,7 milyar TL’lik bir katkı vermekteydi (Toplam vergi gelirlerinin yüzde 7,1’dir),
Bunlara ek olarak,
- Bölgenin sadece 2023 yılı için 25 milyar dolar civarında bir üretim kaybı olacağı,
- 2023 yıl sonu itibariyle gerçekleşmesi beklenen milli gelirin de yaklaşık yüzde 9’una denk gelen 103 milyar dolarlık ülkemiz ekonomisine bir yük getireceği hesaplanmaktadır (T.C Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Bşk. Raporu).
Şu anda gözlerin çevrildiği Marmara bölgesi ülkemiz ekonomik, sosyal ve siyasi faaliyetlerinde önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Avrupa Birliği’ne açılan en önemli kara ve deniz kapısı olma özelliği ile stratejik bir konumdadır. Burada olası büyük bir deprem İstanbul, Bursa, Balıkesir, Kocaeli, Yalova, Çanakkale, Tekirdağ illerinin tamamında etkili olacaktır.
Uzmanların, 2030 yılına kadar büyüklüğü Mw=7 ve üzerinde bir deprem olma olasılığının yüzde 64 olduğunu belirttikleri, ülkemizin en kalabalık şehri İstanbul’u da içine alan Marmara Bölgesinin önemine aşağıdaki özet veriler işaret etmektedir;
Türkiye’de nüfus yoğunluğunun en yüksek olduğu bölgedir. Yaklaşık 28 Milyon kişi, yani toplam nüfusun yüzde 32’si bu bölgede yaşamaktadır,
Ülkemizdeki toplam 20.032.000 konutun yüzde 34.15’i Marmara bölgesinde yer almaktadır,
Yüzölçümünde ülkemizin yüzde 9.32’sini oluşturmaktadır,
İstanbul’un toplam GSYH içindeki payı yaklaşık yüzde 31, Marmara Bölgesi’nin toplam payı ise yaklaşık yüzde 50 düzeyindedir,
Türkiye’nin en önemli sanayi ve ticaret merkezleri Marmara bölgesinde yer almaktadır,
Marmara Bölgesi’nin ülkemiz toplam ihracatı içindeki payı yüzde 64, imalatı içindeki payı yüzde 50, Tarım, ormancılık ve balıkçılık sektöründeki payı ise yüzde 12.88’dir,
Toplam vergi gelirlerinin yaklaşık yüzde 62’si bu bölgeden sağlanmaktadır,
Türkiye’ye gelen turistlerin yüzde 35.95’i İstanbul’u ziyaret etmektedir,
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı son analize göre 7.5 büyüklüğündeki bir depremde İstanbul’da 91 bin bina ağır veya çok ağır hasar; 167 bin bina orta hasar alacak; Yani yaklaşık 250 bin bina içinde yaşayan milyonlarca kişi büyük bir risk altında bulunmaktadır.
Bu veriler ışığında olası Marmara depreminin yetişmiş-kalifiye insan kaynağı, sanayisi, ekonomisi, tarihsel birikimi ve ulaşımı gibi yönlerden kendi bölgesinde oluşacak kayıplarının ötesinde, ülkemizin amiral gemisi olması nedeniyle tüm ülkemizi çok derinden etkileyecek maddi ve manevi kayıpları ölçmek çok kolay değildir.
Siyasi, Sosyolojik, Tarihsel ve Jeopolitik olarak İstanbul’un önemi malumdur. Gerekli tedbirleri alıp, olası afet öncesi ve sonrası hazırlıkları tam ve zamanında yapmamamız halinde ülkemizin bir “Milli Güvenlik” sorunu ile karşı karşıya kalması da muhtemeldir.
Ülkemizde bugüne kadar yaşanan doğal afetler sonucunda oluşan yasal ve kurumsal gelişme, olay sonrasında ve olaya müdahale aşamasında gerekli insani yardımları yapmak şeklinde olmakla birlikte, özellikle son iki deprem felaketinden edinilen tecrübeler doğrultusunda, afet sonrasında uygulamakta olan yara sarma politikaları ile afet zararlarının azaltılabileceği yönündeki anlayışın yanında, felaket öncesi zararları önlemeye/azaltmaya dönük çalışmalara da önem verilmeye başlanılmıştır.
Bunun en belirgin adımı, Ülkemizde deprem dahil tüm afetlerde sürecin etkin yönetimi için gerekli çalışmaların yürütülerek, ilgili kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak ve bu alanda politikalar üretmek üzere özellikle 2018 yılından itibaren daha etkin hale gelen, T.C İçişleri Bakanlığı’na bağlı AFAD’ın (Afet ve Acil Durum Yönetimi Daire Başkanlığı) faaliyetleridir. AFAD öncülüğünde Türkiye’deki bütün kentler için 08 Temmuz 2022 tarihinde valilikler, yerel yönetimler, üniversiteler, kamu kurumlarının ilgili birimleriyle birlikte, 2022 ve 2030 yıllarını kapsayan “Türkiye Afet Risk Azaltma Planı (TARAP)” hazırlanması örnek bir faaliyettir.
Bahsi geçen bu planın Kahramanmaraş iline ait kısmında “…zemin koşullarının sıvılaşmaya müsait olması, yer altı su seviyesinin yüksekliği, bölgenin aktif fay zonuna yakınlığı…” riskler olarak sıralanmış; Hatay ile ilgili kısımda da “…İlde sıvılaşma riski yüksek olan alüvyal zeminde yapılaşmanın bulunması, kentsel dönüşümün parsel bazında yapılıyor olması, yapı stoğu bilgisini yetersiz olması, vatandaşların zorunlu deprem sigortasını (ZDS) yaptırmaması, ruhsatsız yapıların bulunması ve yapılaşmada denetim eksikliği, yapı üretim sektöründe çalışan tüm personelin depreme dayanıklı yapım ilkeleri konusunda eğitim alma zorunluluğunun bulunmaması, halkın kentsel dönüşüme katılımda isteksiz olması, yapıların deprem dayanıklılık testlerinin ücrete tabi olması ve yaptırılmasının vatandaşın isteğine bırakılması, ilimizde ulaşım mastır planının olmaması, ilimizin bazı bölgelerinde niteliksiz yapılaşmanın sit alanları ile iç içe olması, imar barışı sonucu oturum izni alan binaların tam olarak depreme dayanım koşullarının sağlayıp sağlamadığının bilinmemesi, zemin etüt laboratuvar sayısının yetersiz olması, kentsel dönüşüm çalışmalarında yer seçim alanlarının kısıtlı olması, yerleşim alan çevresinin genellikle verimli tarım arazileri, orman, sanayi kuruluşlarıyla çevrili olması, zayıf yönler olarak belirlenmiştir…”
Ayrıca devamında:
“…Finansal eksiklikler, mevzuat ve yönetmelik sorunları, yer seçimi konusunda kurumlar arası iletişimin olmaması, kontrol ve denetim mekanizmalarının işleyişindeki eksiklikler de ekonomik, politik/yasal açıdan değerlendirilmesi gereken önemli konulardır. Şanlıurfa ilinde afet toplanma alanlarının levhaları ile birlikte belirlenmiş olması, deprem gözlem istasyonlarının mevcut olması ve geçici barınma merkezlerinin belirlenmiş olması gibi durumlar amaç-hedef ve eylemlerin belirlenmesi sürecinde GZFT analizinin önemini ortaya çıkarmaktadır. Mevcut mevzuatların uygulanmasında yaşanan sıkıntılar, Tehlike ve risk haritalarının tüm ili kapsayacak şekilde tamamlanmamış olması, teknik personel yetersizliği, hizmet götürebilme şartlarında yaşanan zorluklar gibi konular ise teknik açıdan değerlendirme alanının önemine vurgu yapmaktadır. Finansman ihtiyacının olması ve bu ihtiyaçların önceliklendirilmesi üzerine yapılan tartışma ise idari ve ekonomik faktörlerin değerlendirilmesi açısından önemlidir.”; 7,4 büyüklüğünde bir depremin gerçekleşme ihtimali “çok olası…” olduğu ifade edilmektedir.
Burada TARAP’ın sadece Kahramanmaraş ve Hatay iline ait bölümünün bir kısmına değinilmiş olup, bu kadar özet bilgiden dahi söz konusu planda/raporda değinilen hususların son derece doğru ve isabetli olduğu, maalesef Kahramanmaraş depremleri ile teyit edilmiş oldu. işaret edilen hususlara tam ve zamanında uyularak yerine getirilebilse idi felaketin bilançosu (yazının ilk bölümünde kısman değinilmişti) bu kadar ağır olmazdı.
Ancak, bu ve benzeri oluşumlar, çalışmalar içerik olarak son derece bilimsel, aydınlatıcı, sorunların tespit ve çözümünde doğru noktalara temas etse de, ülkemizin bugün içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal süreç dahilinde hemen yerine getirilmesinde fiili imkansızlıkların olduğunda kabul etmek durumundayız; Örneğin yukarıda bahsi geçen planda “…Kentsel dönüşümün tamamlanması ve kırsal kesimin dönüşümünün sağlanması…” veya “…Alt yapıların (içme suyu, kanalizasyon, petrol-doğal gaz boru hatları gibi) depreme dayanıklı hale getirilmesi gerektiği belirtiliyor…”; doğru ve depremde en büyük can ve mal kaybını önleme unsuru olan bu tespitlerin, gerek devletin gerekse bireylerin çok büyük çoğunluğunun bugün itibariyle yaşanılan ekonomik ve mali kriz ortamında yerine getirilmesi çok mümkün değildir.
Burada niyetim bizzat bu raporu eleştirmek değildir. Aksine rapor ve benzeri çalışmalar çok değerlidir, önemlidir. Hatta deprem konusunda tüm çalıştaylar, toplantılar ve akademik çalışmalarda yine önemli tespitler yapılıp, çözüm yolları ifade ediliyor; Ancak,
Ülkemiz bir deprem ülkesi ise, her an özellikle Marmara Bölgesi için çok büyük bir deprem bekleniyor ise ve bu depremlerde, binalar yıkılacak, yollar kapanacak, sel, su baskınları yaşanacak, yangınlar çıkacak, tsunami olacak, bu kaos ve kargaşa ortamında şehirlere dışarıdan giriş ve yardım imkanı da olamayacaksa, gerek devletin ve gerekse bireyin mali imkanları ile yakın bir vadede kentsel dönüşümde arzulanan gelişme olmayacaksa, konuya taraf olan etkin ve yetkin kişi ve/veya kurum kuruluşun deprem dahil tüm afetleri önlemeye ve/veya zararlarını minimize etmeye dönük kısa, orta ve uzun vadede yapılması gerekli olan tespitlerinin bir plana bağlanılması, hayata geçirilmesi mümkün olanlarında olası can ve mal kayıplarını düşünerek hiç gecikilmeksizin merkezi/yerel otoritenin organizasyonunda artık fiiliyata geçirilmesi gerekmektedir.
Depreme ilişkin tüm raporlar, çalıştaylar ve toplantılarda sorun ve çözümlerinin odak noktası ağırlıklı olarak “depreme dayanıksız binalar ve kentsel dönüşüm” olarak öne çıkarılmaktadır. Tabii ki bunlar en önemli deprem felaketinden korunma önlemleridir. Ancak, Kentsel dönüşüm ve/veya binaların güçlendirilmesinin hem çok büyük bir mali kaynağı gerektirmesi, hem de deprem felaketinin bina yıkımlarının çok daha ötesinde tüm tabiat unsurları üzerinde tahribat yaratması nedenleriyle tek başına yeterli değildir. Bu olgular halka öyle bir yansıtılıyor ki, “sanki deprem olduğu anda kentsel dönüşüme uğramış veya güçlendirilmiş binalar sallanmakla birlikte başkaca bir problem olmayacak, normal yaşam devam edecek!”;
Depremden korunmak üzere tek yol olarak öne çıkarılan Kentsel Dönüşümün/Yeniden Yapılandırmanın mali yükünün büyüklüğü, ortaya çıkabilecek hasar ve zararı azaltmaya dönük başkaca hiçbir tedbir ve/veya çözüm yolları arama konusunda bir eylemsizlik yaratmıştır. Doğrudan “tedbirsiz tevekkül” anlayışı hakim olmuştur. Devlet çıkardığı yasalarla kısmen teşvik kısmen zorlama yapmak suretiyle Kentsel Dönüşüm/Yeniden Yapılandırmayı cazip hale getirmeye çalışırken, halkın da kendine getireceği mali yükü karşılayamaması veya karşılamak istemeyerek tüm finansal yükün devlet tarafından yerine getirilmesi anlayışı süreci çözümsüz bir hale getirmektedir.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı verilerine göre 1.5 milyonu çok acil olmak üzere ülke genelinde öncelikle dönüşmesi gereken 7 milyona yakın konut bulunmaktadır. İstanbul Planlama Ajansı raporuna göre ise sadece İstanbul’da 7,5 büyüklüğündeki olası bir depremde hafif, orta ve yüksek hasar alabilecek bina sayısı 600.000’dir. Bu kadar çok sayıdaki binanın yenilenmesini/güçlendirilmesini ülkemizin kısa, orta ve uzun vadeli ekonomik göstergeleri mümkün kılmamaktadır.
Bugün İstanbul’un tespit edilen riskli binalarının dönüşümü/güçlendirilmesi için gerekli finansal kaynağın bulunduğunu, yapıların yeniden inşaa edildiğini veya güçlendirildiğini, beklenen şiddette de bir deprem olduğunu ve bu deprem sonucunda barajların yıkıldığını ve/veya tsunami oluştuğunu varsayalım. Böyle bir durumda oluşacak sel ve su baskınlarının yol açacağı can ve mal kayıplarından nasıl korunulacak, zararı/kayıpları minimize etmeye dönük tedbirler alındı mı?, tahliye kanalları var mı? vatandaşlar bilinçli ve konu hakkında eğitimli mi? Mahalle veya Bölgeden tahliye olunacaksa bu nasıl olacak? Organizasyon nasıl yapılacak? vb. soruların cevabının bugünden hazır olması gerekir. O halde sadece Kentsel Dönüşüme bel bağlamamak, Kentsel Dönüşüm yapılamıyorsa deprem nedeniyle oluşabilecek tüm zararı minimize edecek bütün tedbirleri alıp, gerekli hazırlıkları da yapmamız gerekmektedir. (Burada mali imkansızlıklar nedeniyle yoksunluğa atıf yapmaktayım, tabi ki kentsel dönüşüm önemlidir: İstanbul yenileniyor gibi kampanyalar düzenlemek, konut kredisi faiz oranlarında indirim yapmak ve/veya birtakım vergi indirimleri ile maliyeti düşürmek suretiyle teşvik yaratmak, mümkün olan bölgelerde imar artışı yapmak suretiyle binanın yeniden yapım maliyetini buraya yansıtmak, şehir dışında ki uygun arazilerde arsa yaratmak suretiyle cazip yerleşim alanları oluşturmak gibi uygulamalarla kentsel dönüşümü teşvik etmeliyiz, ne kadar yapılabilirse o kadar iyidir).
En son yaşadığımız Kahramanmaraş depreminde ortaya çıkan problemlerin çok küçük bir bölümünü aşağıda yer alan sosyal medya mesajları yansıtmaktadır. Depremin iki defa olmak üzere çok şiddetli olması, çok geniş bir coğrafyayı kapsaması nedeniyle müdahalede ve gerekli yardımların anında ve sonrasında yerine getirilmesinde büyük bir kargaşa yaşandı, organize bir şekilde müdahale edilemedi. İletişim kanallarındaki kesinti kargaşayla birlikte can ve mal kaybının artmasına neden oldu. Bu durum deprem sonrasında da belli bir süre devam etti.









SONUÇ:
———–
Kahramanmaraş Depremleri halen modern bir afet yönetim modeline sahip olmadığımızı, afetin planlanmasından hazırlık çalışmalarına, acil yardımdan afet sonrası rehabilatasyona kadar çok fazla sayıda eksiğimiz olduğunu bize gösterdi.
İyi bir Afet Yönetimi kurulamaz ise afet zararlarını minimize etmek mümkün değildir. Afet/Deprem yönetiminin hazırlık, risk azaltma, müdahale ve iyileştirme sürecini kapsaması gerekir. İster doğal, ister teknolojik veya sosyal afetler olsun hepsinin aynı anda fen bilimleri, mühendislik, sosyal bilimler ve çevre bilimleri ile ilişkisinden dolayı mutidisipliner analize ihtiyaç duyar. Merkezi yönetim tek başına hazırlık, risk azaltma, müdahale ve iyileştirme süreçlerinin tamamında yeterli olamaz, yerel yönetimlerin, sivil toplum kuruluşlarının, tüm halkın, yazılı ve görsel medya gibi tüm ilgili kişi, kurum ve kuruluşların da sürece dahil olması ve bir organizasyon içinde uyumlu hareketi gerekir.
Kurulacak Afet yönetim yapısının, multidisipliner ve çok paydaşlı olması Bütünleşik (Bütünleşik Afet Durum Yönetemi) bir yapıyı gerektirmektedir. Bu yapı etkin ve esnek olmalı, kamu, özel, gönüllü kuruluşlar arasında ileri düzey bir koordinasyon içermelidir. Afete dair görevlerinin uygulanmasından sorumlu her işlev ve düzey için ortak yönetim sistemleri bulunmalıdır. Bütünleşik Afet Durum Yönetim Sistemi içinde Ulusal Acil Durum Planları oluşturulmalı, afetin boyutuyla orantılı ve meydana geldiği bölge dikkate alınarak olay düzeyinde, yerel düzeyde, bölgesel-ulusal düzeyde veya hatta uluslararası düzeyde afet öncesi, afet sırasında ve afet sonrası için hazırlıklar/senaryolar yapılmalıdır…
Bütünleşik Afet Durum Yönetim sisteminin oluşturulması, ulusal kaynakların kullanılması, ilgili kişi, kurum ve kuruluşları sevk ve idare edilebilmesi kamu otoritesi içinde hiyerarşik bir yapılanmaya ihtiyaç gösterir. Bu yapılanmada ancak, BAKANLIK düzeyinde olur ise daha başarılı olur.
Afet, özellikle Deprem konusunda Kentsel Dönüşümü arzu edilen koşullarda ve düzeyde yapamıyoruz! Afet Yönetim sistemimizin de uygulanması belli bir süre ve ekonomik koşulların iyileşmesine bağlı diye bekleyemeyiz!. Mal ve can kaybını en aza indirmek için her türlü tedbiri küçük-büyük, önemli-önemsiz demeden almalıyız, hele beklenen Marmara Depremi ulusal bir konudur, hatta bir milli güvenlik sorununa dönüşebilme potansiyeli vardır…
En azından ön önlem olarak Japonların Afet/Deprem konusunda duyarlılıklarına işaret eden aşağıda belirtilen bir kısım uygulamalarını örnek alabiliriz. Bu uygulamalar her bir kişi ve kurumun duyarlılığının artmasına ve afetlerin gündemde tutulmasına yardımcı olur:
Japonya doğal afetlere “eğer olursa” değil, “ne zaman olacak?” anlayışıyla hazırlanmaktadır.
Afet eğitimi, insanların kendilerini afetlerden koruyabilmeleri için kreşlerde, ilkokul, ortaokul ve liselerde, üniversitelerde veriliyor. Bu hazırlık aynı zamanda ofislere ve toplumun diğer kesimlerine de uzanıyor,
Doğal afet hazırlıkları “kendi kendine yardım”, “toplumsal yardım” ve “kamu yardımını” içermektedir. Çevredeki insanların birbirine yardım etmesi, devletin gönderdiği yardımlar kadar insanların kendi imkânlarıyla kendilerini korumaları da önemli kabul ediliyor,
Hemen her mahallede gönüllü afet önleme örgütleri ve afete hazırlık konusunda çalışan gönüllü sivil toplum örgütleri bulunuyor. Gençler, yaşlılar, vatandaşlar, işletmeler, hayır kurumları, STK’lar, yerel yönetimler… Afet riskinin azaltılması herkesi ilgilendiren bir konu olduğu için hepsini sürece dahil etmek çok önem taşıyor. Her mahalle derneği yapabileceklerini düşünmek ve uygulamakla görevlendiriliyor,
Yerel afet tatbikatlarının bir parçası olarak yılda bir kez stoklanan acil durum gıdaları ve temin koşulları kontrol ediliyor,
Bireylerin hazırlıklı olmaları acil bir durumda yerel toplulukların üzerindeki yükü azaltır felsefesi hakim,
Yerel topluluklar ağaç dikmek ve şiddetli yağmur suyunu emebilecek yeşil alanlar oluşturmak suretiyle doğal afetlere karşı önlemler almaktadırlar,
Çoğu kent ve kasabada, acil durum bilgilerini duyurmak için hoparlör sistemleri kurulmuştur,
Tahliye talimatlarını dinleyebilmek için bazı kırsal bölgelerde vatandaşlarına yerel idareler tarafından radyolar dağıtılmıştır,
Her akıllı telefon, deprem ve tsunami için acil durum uyarı sistemine sahiptir. Yaklaşan felaketlerden yaklaşık 10 saniye önce devreye giren bu sistem, kullanıcılara hızlı bir şekilde korunmaları için uyarı vermektedir,
Tüm yolcuların güvenliğini sağlamak için demiryolu sistemi, gerekirse ülkedeki hareketli her treni durdurabilecek deprem sensörleri ile donatılmıştır,
Ülkede bir deprem olduğu anda tüm TV kanalları derhal resmi deprem prosedürüne geçerek insanların nasıl güvende kalacağı, depremin kapsamı, nereden koruma talep edileceği ve herhangi bir tsunaminin yaklaşıp yaklaşmadığı hakkında bilgiler vermektedir. Böylece vatandaşlarının daha yüksek korumalı yerlere gitmelerini sağlıyorlar,
Tüm okulları, ayda bir kez olmak üzere düzenli deprem tatbikatları yapmaktadırlar,
Afet sırasında hayatını kaybedenleri hatırlamak için inşa ettikleri müze şeklindeki tesisleri, aynı zamanda afet önleme ve hayatta kalma konularında bir eğitim merkezi olarak kullanmaktadırlar,
Radyo yayınlarından, hayatta kalma kitlerinin önemi ve bu kitlerin içinde yer alan, ilk yardım ekipmanı, su, gıda, eldiven, yüz maskesi, yalıtım levhası ve meşaleler gibi hayatta kalma araçlarının sürekli yenilenmesi gerektiği anons edilmektedir,
Festivaller, seminerler ve yangın tatbikatları gibi çeşitli afet önleme faaliyetleri sivil toplum alanının aktif bir parçasını oluşturmaktadır,
Son olarak Tokyo için etkileyici şu örneği vermek istiyorum. Şehrin eteklerinde İnşası 13 yıl süren ve 3 milyon ABD Doları’na mal ettikleri su kanalları yapmışlardır. Bu su kanalları futbol sahaları ve parkların altından geçmekte olup, siklonlar ve tsunamiler gibi doğal afetlerin neden olduğu sel sularını toplayarak suyu nehirlere götürmekte, bölgenin bir tsunamiyle karşılaşması durumunda, şehrin herhangi bir büyük selden kurtulmasına yardımcı olmaktadır.
Japonya örneğindeki gibi bu tür uygulamaları hayata geçirmek suretiyle deprem dahil tüm afetlerin gündemde tutulması, halkın kentsel dönüşüme tüm imkanlarını zorlayarak teşvik edilmesini sağlayabilir. Veya ne kadarı dahil edilebilirse kardır. Zira mevcut uygulamalar gerek vatandaşın gerekse merkezi veya yerel idarenin çabaları ve mali imkanları ile istenilen sonucu doğurmuyor.