Toplumcu Belediyecilik Konuşma Zamanı
“Başka yolu yok” diyordu insanlığın ortak servetinin üstüne oturan bir siyasetçi. Evet Margaret Thatcher. Turgut Özal‘da durur mu, hemen atladı trene.
Önce, 1984 yılında madenciler grevini yenilgiye uğrattılar, sonra Londra Belediyesi‘ne kayyum atadılar. Thatcher Hükümeti, 1986 yılında kendisine muhalif ve kamucu politikalar savunan Londra Büyükşehir Yönetimini lağvetti.
Küreselleşmeden, rekabetten, devleti küçültmekten, her şeyi özelleştirmekten, çalışma hayatını esnekleştirmekten, sendikal hakları budamaktan, her şeyi ama her şeyi paralı hale getirip, serbest piyasaya sınırsız yetki vermekten başka yol yoktu.
Tüm dünyada 40 yıl boyunca Neo-liberal dediğimiz ve yukarıda saydığımız unsurların tamamı toplum hayatında, siyaset ve ekonomide başat rol oynadı.
İşçi sınıfının büyük emekler vererek, canı ve kanıyla tarihin ak sayfalarına yazdığı tüm haklar tek tek yok edildi.
Sermayenin krizden çıkmasının tek yolu olarak kamusal bütün hizmetlerin piyasa işleyişine terk edilmesi ve çalışanların güvencesizlik cenderesinde kapitalizme birer aksesuar olması sağlandı.
Geldiğimiz yer itibari ile yoksulluk, yoksunluk, açlık, işsizlik, salgın, iklim krizi ve giderek geniş bir alana yayılacak savaşlar insanlığın başına musallat olmuş durumda.
Kamusal ne varsa, toplumcu belediye geleneğinin hangi kazanımı varsa ayaklar altina alındı. Neo liberal belediyecilik anlayışı son çeyrek yüzyılın modası oldu.
Buradan çıkış kapitalist politikalarla olmayacak.
Yoksulluğun dip, geleceksizligin umutsuzluk pompaladığı, güvencesizliğin sinir uçlarını ziplattığı bir atmosferde kimseye huzur yok.
Huzursuzluğu dindirecek bir yol var. Nefes almak için 1850’lerde başlayan, işçi sınıfının öncülük ettiği, su hizmetlerinin halka bedava sunumu ile başlayan ve hızlıca diğer temel ihtiyaçlara erişimi olanaklı kılan, şehirleri pislik ve hastalıktan kurtaran bir yol var; ‘Toplumcu Belediyecilik.’
Su, ulaşım, iletişim, ısınma, aydınlatma, barınma, beslenme vb hizmetlerin toplum yarararına, ücretsiz olmasını arzulayan, bunun için mücadele eden bir gelenek var.
Bu geleneğin uygulamaları, Paris Komünü ile giderek emekçiler için siyaset dünyasını genişletti ve yaşamın refah seviyesini yükseltti.
Ortaya çıkan uygulamalar, yani toplumcu belediyecilik temeli, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra refah devletinin altyapısını oluşturdu. Merkezi hükümetleri kamusal hizmetlerin devlet tarafından yerine getirmesine zorladı.
1970’lerin 2. yarısından sonra kamusal alanı genişleten, insanlığın müşterek yaşamına olağanüstü katkılarda bulunan toplumcu belediyecilik anlayışına kapitalist ideloglar ve politikacılar tarafindan sert saldırılar oldu. Kapitalist uygulamalar 40 yıl boyunca hızını arttırarak devam etti.
Fakat 2008 krizi ile birlikte Neo-liberal politikalar yürüyemez oldu. Yerel yönetimler bunu en fazla hisseden kurumlar haline geldi. Nihayet geniş kitleler 2011 yılı itibariyle bu insafsız politikalara karşı kent meydanlarına doldu.
Bu politikaların nasıl ölümcül sonuçlar doğurduğunu Pandemi zamanında bütün dünya gördü.
Devasa tahribattan sonra, bugün toplumcu belediyeciliğin yeniden konuşulması zamanıdır diye düşünüyorum.
Porto Alegre‘de katılımcı bütçe anlayışı sayesinde vatandaşlar, belediye bütçesinin belirli bir kısmının halk tarafından belirlenecek önceliklere ayrılmasını sağladı, Avrupa‘da su ve enerji sektörlerinin yeniden belediyeleştirilmesi, Fatsa‘da halk meclisleri, Ovacık‘ta kooperatifçilik, Dikili‘de halka açılan kamusal alan ve bu örneklere benzer binlerce örnek toplumcu belediyeciliği güçlendirdi.
Şimdi tam zamanı, kamuculuğun, ortak alanların yeniden hepimizin olması için gaza basma dönemi.
Bütün kamusal hizmetler herkese eşit şekilde ücretsiz olmalıdır. Kamusal hizmetleri üreten işçilerin çalışma koşulları güvenceli kılınmalıdır.
Toplumcu belediyecilik, bir işçi sınıfı sorunudur. İşçi sınıfının sahip çıkması ile tarih sahnesine çıktı.
Toplumcu belediyeciliği, bu topraklarda daha güçlü bir şekilde yerden göğe çıkartmak vatandaşlık görevimiz olduğu gibi daha sağlıklı bir toplumun varlığı için olmazsa olmazdır.









