“Yaşamak zorunda olmadan bir şehrin ruhunu yazabilmek, edebiyatın gücüdür.”
Öyküden polisiye romana uzanan bir yolculuk…
Duvarlar’ın yazarı, gündelik hayatın gözlemlerinden doğan öykülerden başlayarak, İstanbul’un ruhunu kaleme alan bir dünyayı kuruyor. İlk kitabı Duvarlar ile okuru kendi hayal gücünü kullanmaya davet eden yazar, ikinci kitabı Öyfi ile polisiye türüne adım attı. Bu söyleşide hem yazma sürecini hem de Türkiye’de yayımlamanın zorluklarını, deprem felaketlerinden edebiyatın gücüne uzanan bir bakışla anlatıyor.
– Duvarlar’ı yazma fikri nasıl ortaya çıktı, nelerden esinlendiniz?
Ben aslında günlük hayatımda karşılaştığım engelleri, insanların özgürlük arayışlarını gözlemledim. Bir noktadan sonra bu duyguları öyküleştirmek istedim. Kitap da buradan doğdu. Kafka’nın Davasını ya da Oğuz Atay’ın ironiyle dolu cümlelerini düşündüm. Ama kendi dünyamda, kendi dilimle, bugünün Türkiye’sinden çıkacak öyküler kurmak istedim. Esin kaynağım biraz da bu edebi geleneğe seslenmekti
– Duvarlar’daki İstanbul tarifiniz dikkat çekici. İstanbul’da mı yaşadınız?
İstanbul’a gelmiş olsam da, orada hiç yaşamadım. Yine de Vedat Türkali’nin, Zülfü Livaneli’nin, Mario Levi’nin ve daha birçok yazarın İstanbul’u anlattığı eserleri okudukça, içinde İstanbul geçen sayısız eşsiz şarkıyı dinledikçe, şehrin ritmini, martıların çığlıklarını ve boğazın serin rüzgârını iliklerime kadar hissedebiliyorum. Bu, sadece bir mekânı tarif etmek değil; şehrin ruhunu hissetmek, onunla içsel bir bağ kurmak demek. Edebiyatın gücü de burada: Yaşamadan da hayal ederek bir şehri yazabilmek.

Akıl mı, delilik mi?
– Kitaba ismini veren Duvarlar öykünüzde, akıl hastanesindeki deliler yönetimi ele geçiriyor. Başdeli karakteri, deli gömleğini çıkarıp doktor gömleğini giyiyor. Bu sahne bir gönderme mi içeriyor?
Başdeli’nin deli gömleğini çıkarıp doktor gömleğini giymesi öykünün merkezinde önemli bir sahne. Ama bunu belirli bir göndermeyle sınırlamak istemedim; tam tersine, okurun kendi hayal gücüyle anlamlandırmasını istedim. Orada bir güç değişimi, bir iktidar oyunu veya delilik ile akıl arasındaki ince sınır görülebilir. Ben sadece sahneyi sundum; gerisini okurun hayal gücüne bıraktım.
– Bir de “acar muhabir” Barış karakteri var. Bu siz misiniz?
Barış karakteri için hem benim, hem değilim diyebilirim. Ben de uzun yıllar gazetecilik yaptım; sanırım sorunuzun dayanağı da bu. Elbette kendi hayatımdan bazı esinler var ama Barış nihayetinde hayali bir karakter. Her yazar, hayatından parçaları kurmacanın içine serpiştirir. Latife Tekin’in romanlarında köyden kente göçün izleri vardır; Yusuf Atılgan’ın kahramanlarında taşra yalnızlığını görürsünüz; Tezer Özlü’nün anlatılarında içsel yolculuk çok belirgindir. Benim yaptığım da bundan farklı değil.
– Gazeteciliği neden bıraktınız?
Gazeteciliği bırakmam, mesleği sevmediğim için değil. Tam tersine, gazetecilik bana hayatı, insanları ve hikâyeleri gözlemlemeyi öğretti. Ama bir noktada, gözlemlemekle yetinmek yerine, kendi hikâyelerimi kurmak istediğimi fark ettim. Daha özgür bir zeminde, karakterlerle ve kurmacayla uğraşmak istedim.

Dosyadan kitaba giden en çetin yol
– İlk kitabınızı yazım ve yayın sürecinde ne tür zorluklarla karşılaştınız?
Duvarlar benim ilk kitabımdı ve yayınevi bulmak hiç kolay olmadı. Yazmak, yayımlatmaktan daha kolaymış meğer. Çünkü yıllarca emek verdiğiniz dosyayı yayınevlerine gönderiyorsunuz, çoğu zaman geri dönüş bile olmuyor. Üstelik birçok yayınevi, kitabın içeriğine değil, “kimin yazdığına” bakıyor. Ama yayınevlerini de anlamak gerek: Türkiye’de kâğıt ithal ve çok pahalı; yayınevleri risk almaktan kaçınıyor ve daha çok tanınmış isimlere yöneliyor. Yine de kitabın ilk kez basılıp elime geçtiği an, tüm hayal kırıklıklarını unutturdu.
Deprem değil, bina öldürür
– Kitabınızı, Elbistan depreminde kaybettiklerinize ithaf ettiniz. Bu felaket sizi nasıl etkiledi?
2023 Elbistan depremi çok büyük bir felaketti. Çocukluğumun, gençliğimin geçtiği yerler enkaz altında kaldı. Çok sayıda dostumu, ahbabımı kaybettim. Bunu ister istemez 1999 Marmara depremiyle kıyaslıyorum; çünkü o felaketi de Yalova’da yaşamıştım. O dönemde yıkılan binaların müteahhidi hapse atıldı, ama yıllar sonra ismini değiştirip yeniden müteahhitliğe devam etti. Binalar denetlenmediği, sorumlular cezalandırılmadığı ve bilime kulak asılmadığı sürece aynı acılar tekrar yaşanacak. Dikkatimi çeken bir şey daha vardı: Depremde zarar görmeyen üç yer var; bankalar, cezaevleri ve müteahhitlerin kendi oturdukları binalar. Bu tablo, meselenin yalnızca “doğal afet” değil, aynı zamanda bir sistem ve denetim sorunu olduğunu çok net ortaya koyuyor.
– Yeni çalışmalarınız var mı?
Evet var. İkinci kitabım, polisiye bir roman olan Öyfi, Mart ayında yayımlandı. Yakında Almanca ve İngilizce olarak dokuz ülkede okurlarla buluşacak. Şu anda üçüncü romanım üzerinde çalışıyorum; o da yine polisiye türünde.
Suç, insanın karanlık aynası
– Öykücülükten polisiyeye geçiş nasıl oldu? Önceden özel bir merakınız var mıydı bu türe?
Polisiyeye özel bir ilgim yoktu aslında, ama bu türde çok okuma yaptım. Fikir ilk olarak İsviçre’deki Solothurn şehrinden aklıma geldi. Bu kentin gizemli “sayısı” üzerine kurguladığım bir cinayet çözümü fikriyle başladım. Daha sonra Solothurn’un tarihini, adli bilimleri ve gerçek suç dosyalarını araştırdım. Çünkü insana dair her şey edebiyatın konusudur; suç da buna dahildir. Suçun içindeki gizem, merak duygusu uyandırır. Patricia Highsmith ve Raymond Chandler gibi yazarlar bana ilham verdi.
– Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Öncelikle bu söyleşi için teşekkür ederim. Okuyuculara da şunu söylemek isterim: Edebiyat, yalnızca bir anlatı değil, aynı zamanda bir hafıza mekânı. Biz unutsak da yazılanlar unutmaz. Benim için yazmak, bu hafızayı diri tutma çabası.
– Bize zaman ayırdığınız için biz de teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dileriz. Okurlarınızla buluşturacağınız yeni eserleri merakla bekleyeceğiz.








