Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası Eğitim Sen’in, 12. Dönem 6. Genel Meclis Toplantısı Ankara’da gerçekleştirildi. Eğitim sistemindeki olumsuzluklar ve katmerlenen sorunların, yapıcı çözüm önerileri ve geleceğe dönük projeksiyonların tartışıldığı Genel Meclis Toplantısında, Eğitim Sen Sivas Şube Başkanı İbrahim Kılıç da söz alarak Sivas yerelinden, Türkiye geneline uzanan ve tüm sistemi ilgilendiren konularda değerlendirmelerde bulundu.
“Eğitimde Gericileşme” temel başlığında, laiklik karşıtı uygulama ve protokollerin, okul öncesinden üniversiteye kadar tüm okulların adeta İmam Hatip’leştirme kıskacında olduğuna dikkat çeken Kılıç, çocuğun üstün yararı ve çağdaş/demokratik dünya ile entegrasyonunda çok ciddi hasara yol açacağı kesin olan bu gerici uygulamalar karşısında, Milli Eğitim Bakanlığı’nın, “Protokoller devam edecek” şeklindeki yaklaşımını da eleştirdi. Cumhuriyetin kurucu iradesi ile kurumsallaşan “Laik ve Demokratik Eğitim” kavramının, Eğitim Sen’in kırmızı çizgisi olduğunu, hiçbir koşulda bu kavramların aşındırılmasına izin verilmeyeceğini belirten İbrahim Kılıç; bu yıl pilot sınıflarda uygulanmaya başlanan Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli hakkında da konuştu:
“-Bir siyasi proje olan Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli ile, eğitim sistemimiz dünyadan kopartılmakta, sadeleştirdiklerini iddia ettikleri müfredattan çıkartılan başlıkların yerine, daha fazla muhafazakar, daha fazla içsel ve tamamen iktidar çizgisinde bir içerik yerleştirilmiştir. Bunun dışında, Eğitim Fakültelerini, işlevsizleştirecek Öğretmen Akademileri Projesi ile, mevcut kadrolardaki öğretmenlerimizin iş güvencesi ortadan kaldırılmaktadır. Denetim mekanizmasını, sorunlu ve tartışmalı bir hale getiren uygulamalar ile, öğretmenlerimizin mesleki aidiyet duyguları zedelenmek istenmektedir. Her gün, Türkiye’nin farklı bir ilinden veya ilçesinden gelen öğretmene şiddet vakaları, akran zorbalığı içerikli videoların aileler üzerinde yarattığı travmalar, Bakan Yusuf TEKİN’in, eğitimde cinsiyet ayrımcılığının ipuçlarını barındıran cümleleri, her yıl artan öğretmen ihtiyacına rağmen, atanamayan öğretmen kitlesinin yüzbinlere ulaşmış olması, uyarılarımıza rağmen, yeme içme, barınma, ulaşım gibi olmazsa olmaz temel ihtiyaçların kulak ardı edilmesi; nitelikli ve sürdürülebilir bir eğitim modelinin henüz oturtulamamasından kaynaklıdır.”

Şube Başkanı İbrahim Kılıç, önümüzdeki ay sonu itibari ile ülke gündemine gelecek olan 2026 – 2027 Toplu İş Sözleşmesine dair de şunları söyledi;
“Eğitim ve bilim emekçilerinin ve diğer idari ve teknik personelin talep ve beklentilerinin ön planda olduğu, ekonomik, sosyal, özlük ve mesleki kazanımlarının azami ölçüde gözetildiği bir Toplu İş Sözleşmesi yapılması gerekirken, mevcut yetkili konfederasyonun, herkesi memnun edecek bir sözleşme yapamayacağını, dahası; siyasi iktidar temsilcileri ile oturacakları masadan emekçilerin fazla bir beklentisi olmasın, zira bu yıl da dağ fare doğuracak. Eğitim ve bilim emekçilerinin aylık gelirleri, yoksulluk sınırının çok altında, açlık sınırının çok az üzerindedir. Bu koşullar altında, sağlıklı ve sürdürülebilir bir eğitimin ve bilimin söz konusu olamayacağını söylemek durumundayız.
Cumhurbaşkanı’nın, son seçimlerden önce sarf ettiği, “Kamuda mülakatı kaldıracağız” cümlesine rağmen, maalesef ciddi bir adım atılmamış, öğretmen adayları, yazılı sınavda kaç puan almış olursa olsun, bir de mülakat ucubesi ile sınanmakta, adeta genç öğretmenlerimiz ile alay edilmektedir. Mülakatta kasıtlı verilen düşük puanlarla, öğretmen adaylarının yazılı sınavda aldıkları yüksek puanlar heba edilmekte, bu durum derin bir adaletsizliği de beraberinde getirmektedir. Mülakat mağduriyeti konusu, bugünlerde; hiç olmadığı kadar can yakıcı boyutlardadır. Aylardır Ankara’da MEB önünde haklarını arayan genç öğretmen arkadaşlarımız, zaman zaman kötü muameleye maruz kalmaktadır.
Geçtiğimiz aylarda, Proje Okullarında gerçekleştirilen yeniden atamalarda ortaya çıkan tablo da düşündürücüdür. Yaratılan mağduriyetlerin giderilmesi adına bütün itirazları reddeden ve öğretmenlerimizin taleplerini görmezden gelen Bakanlık, henüz ikna edici bir açıklama yapmamış, İl Milli Eğitim Müdürlüklerine yönelik; ‘neden yeniden atanamadık?” sorusunu soran öğretmenlerimizin dilekçelerine; “Bakanlık Takdiridir” gibi, hakkaniyetten uzak ve muğlak cevaplar verilmiştir. Kısacası, bütün kurum ve kuruluşlardaki yozlaşmadan, adam kayırmacılıktan, liyakat dışı yönetim anlayışından Milli Eğitim Bakanlığı da payına düşeni almıştır. Bütün bunlara ilave olarak, kamu emekçilerinin ve elbette eğitim ve bilim emekçilerinin ortak ve kronik sorunu olan geçinememe sorununa da kalıcı bir çözüm bulunmuş değildir.
Bütün kamu emekçilerini, bu düzeni ters yüz edecek bir sendikacılığın inşaası için Kamu Emekçileri Konfederasyonu KESK’in bağlı iş kollarında örgütlenmeye çağırırken, konfederasyonumuz KESK’in de, geleneksel kodlarından aldığı mücadeleci geçmişinin onurlu izinde, geleceğin aydınlık günlerine yürürken, gelişen dünya ve Türkiye’ye olan yansımaları iyi okuması, mücadele pratiğini bu kapsamda şekillendirmesi gerektiğine dikkat çekiyoruz. Türkiye dinamik ve bütün unsurları ile gelişmeye ve değişime açıktır. Türkiye’nin var olan bütün sorunlarının temelinde, derin bir sınıfsallık olduğunu, emek sınıfının yüceltilmediği bir ülkede gerçek bir gelişmeden söz edilemeyeceğini de unutmayalım.
Siyasal ve toplumsal dinamiklerin, baş döndürücü bir hızla değişebildiğinin en temel göstergesi olan ve adına “2. Barış Süreci” denilen süreçtir. Ve bugünlerde, sadece emekçileri değil, toplumun bütün kesimlerini yakından ilgilendiren bu sürecin tam da başlarındayız. MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin, PKK Lideri Öcalan’ı PKK’nın silah bırakmasına ilişkin çağrıda bulunmaya davet etmesi, gündemi bir anda ters yüz etmiş, kalıcı barışın sağlanması amacıyla hukuki düzenlemeler dahil pek çok konunun tartışılmasının önü açılmıştır. Bu durum son derece olumlu, ancak temkinli bir iyimserliğin de tetikleyicisidir. Adına “2. Barış Süreci” denilmekle birlikte, nasıl bir barışın kapılarının aralanacağına ilişkin henüz bir adım atılmamıştır, bu nedenle bana göre sürecin henüz bir adı yoktur.
“Kürt” ve “Sorun” kelimelerinin, yan yana kullanılmasına başından beri karşı olduğum, ortadaki sorunun bütün Kürtleri, Türkleri ve ülkedeki bütün etnik kimlikleri ve mezhepsel aidiyetleri ilgilendiren bir demokratikleşememe sorunu olduğuna inandığım için, kelimelerimi seçerek kullanmak durumundayım.
Türkiye’deki neredeyse bütün sorunların temelinin sınıfsal olduğunu kabul etmek, çözümün de sınıf temelli politik hamleler ile gerçekleşmesiyle mümkün olmasını kaçınılmaz kılıyor. Bizler, emek sınıfının temsilcileri olarak, hep bu bilinç ve bu anlayış içerisinde olmaya özen gösterdik. Emeğin en yüce değer olduğu gerçeği, onu bütün siyasi mülahazaların ötesinde bir yere konumlandırıyor. Doğal olarak da, olası çözümün ve sağlanacak nihai barışın da kazananı Türkiye emekçileri, Türkiye halkları, Türkiye gençleri, Türkiye köylüleri, kentlileri ve kadınları olacaktır.
2015 ve 2016’da bütün şiddeti ve yakıcı sonuçları ile, ülkede nefes almayı zorlaştıran çatışmalı süreçte, 1128 akademisyenin imza attığı, sonrasında ilave imzalarla imzacı sayısının 2200’ü geçtiği “BU SUÇA ORTAK OLMAYACAĞIZ” bildirisi sonrası, her biri alanında çok kıymetli çalışmalar yürüten, çoğu uluslar arası tanınırlık noktasında hepimizin gururu olan yüzlerce akademisyenin üniversitelerinden kovularak ödedikleri bedelleri, bir emekçi kıyımı yöntemi halinde uygulanagelen “iltisak” ve “irtibat” gibi kavramların arkasında kurgulanan KHK’larla bir anda sınıfından, öğrencisinden, ekmeğinden, aşından kopartılan öğretmen arkadaşlarımızın ödediği bedelleri ve ağırlıkla 2009- 2011 yılları arası ülkenin üniversitelerinde öğrenim gören yüzlerce Kürdistanlı öğrencinin, çeşitli bahanelerle ve iftiralarla, haklarında açılan soruşturmaların ardından öğrenim hayatlarının sonlandırılması ile ödediği bedelleri unutmamız mümkün değildir.
Süreç başladığında, taraflar ortaya ön şart sunmaksızın ve samimiyetle bu yola girdiklerini ifade etmiş olsalar da, son günlerde gündeme düşen bazı detaylar da, açık ve net ifadelerle konuşulmalıdır. Örneğin, Kandil’in 1924 Anayasası öncesine işaret eden ifadeleri, bir niyet, bir beklenti, bir arzu mudur; yoksa silah bırakmanın ön koşulu mudur diyen kesimin ikna edilmesi gerekmez mi? TBMM Başkanı Numan KURTULMUŞ’un, süreci tanımlarken bir Kürt – Türk ittifakından söz etmesi ve bir adım ileri giderek;
“… Anadolu topraklarını zulmüyle inleten Şah İsmail’e karşı Yavuz Sultan Selim ile İdris-i Bitlisi’nin yapmış olduğu bir büyük ittifaktır. 1514’te Çaldıran’daki o ittifakımız Anadolu’daki Müslüman toplulukların başının daha dik bir şekilde dolaşmasına olanak sağlamıştır” şeklindeki cümlesinin öznesi olan Yavuz Sultan Selim’in, Alevi ve Bektaşiler için ne anlama geldiğini herkesin öğrenmesi ve 1500’lü yıllarda yapılan ittfak sürecinde, katledilen, sürgün edilen, asimile edilen Alevi ve Bektaşilerin bugünkü torunlarının kafasındaki “acaba AKP’nin kafasında başka bir plan mı var?” sorusunun da cevaplanması gerekmez mi?
Aksi halde, TBMM Başkanı Kurtulmuş’un bu yaklaşım, halkların hayalini kurduğu demokratik Türkiye’nin inşasına değil, ümmetçi / gerici bir ittifakın temeline götürür bizi.
Özetle, sürecin, asla ve hiçbir şart altında heba edilmemesi gereken ve kalıcı bir barışın inşasına hizmet eden bir yöne evrilmesi, samimi dileğimizdir ve bu sürecin başarıya ulaşmasını sınıfın penceresinden, sınıfın beklentilerinden ve hassasiyetlerinden bakarak takip etmek, katkı sunmak durumundayız.
- Çünkü sürecin başarıya ulaşması demek, kayyımların tarihe gömüldüğü, halkların iradelerinin gasp edilmediği, “kent uzlaşısı” ve benzeri sandık ittifaklarının terörize edilmediği bir Türkiye demektir.
- Çünkü sürecin başarıya ulaşması demek, Kürt ve Türk emekçilerinin, ötekileştirilmeden, her türlü kimlik ayrımcılığının uzağında, bir arada çalışması, üretmesi, hakkını alması demektir.
- Çünkü bu sürecin sonunda ulaşılacak onurlu barış, istihdam kanallarının açıldığı, iş, ekmek, yaşam mücadelesinde yeni mevzilerin kazanıldığı, toplumun önündeki tüm sorunların demokratik zeminde tartışıldığı bir ülkeyi de armağan edecektir bize.
- Çünkü barış, siyasi tutsaklık gibi bir kavramın gündemimizden düştüğü, kardeşliğe, eşitliğe ve demokratik Türkiye’ye adanmış hayatların, cezaevlerinde değil, dışarıda siyaset yaptığı; kayyımların iptal edildiği, halkın iradesinin galip geldiği, Prof. Dr. Ahmet ÖZER’lerin, Selahattin DEMİRTAŞ’ların, Ekrem İMAMOĞLU’ların, Can ATALAY’ların, Selçuk KOZAĞAÇLI’ların ve daha pek çok siyasi tutsağın dışarıda olduğu bir Türkiye’yi de inşa edecektir. İşte bu yüzden, inadına barış, inadına sınıf, inadına emek diyoruz.
YAŞASIN BARIŞ, BİJİ AŞÎTÎ
