İnsan, yeryüzünün en acımasız ve en riyakâr sakinidir. Bu iddia, yadsınamaz bir gerçeğe dayanır: Diğer canlıların nefes alanlarını, doğal yaşam alanlarını gasp etme cüreti. Bizler, o canlıları yok oluşun kıyısına itip, kendi inşa ettiğimiz soğuk beton çöllerde onlara “sokak hayvanı” gibi küçümseyici, ötekileştirici bir etiket yapıştırıyoruz. Bu gaspla başlayan süreç, Son dönemde tırmanan sistematik hayvan katliamlarıyla en vahşi ve utanç verici tezahürüne ulaştı.
Bu vahşet sarmalı, sadece eylemlerle değil, aynı zamanda medya manipülasyonuyla da besleniyor. Olaylar, hakikatinden soyutlanarak, “sürü köpek saldırısı” gibi korku ve nefreti tetikleyen başlıklarla servis ediliyor. Bu sinsice algı yönetimi, şiddeti meşrulaştırarak ve toplumsal empatiyi körelterek, şiddeti gündelik hayatın kabul edilebilir bir parçası haline getiriyor. Böylece acı, rakamlara ve sansasyonel habere indirgenmiş, vicdanlarımız uyuşturulmuştur.
Bu büyük ahlaki çöküşün ortasında, yargı organları ve ilgili merciler, sorumluluklarını yerine getirmekte aciz kalıyor. Adalet, hayatlarını savunacak sesi olmayan bu masum canlar için işlemiyor. Bu sessizlik, insan olmanın en temel gerekliliği olan koruma ve saygı ilkesinin ayaklar altına alınması demektir. Oysa canlılara merhamet ve şefkat göstermek, bir aktivizm meselesi değil, insanlığın özünde var olan bir sorumluluktur.
Fakat biz, sadece doğanın değil, aynı zamanda tarihin ve kutsal metinlerin bize yüklediği bu sorumluluğu da unutmuş görünüyoruz.
İnsan, dinî ve felsefi geleneklerde daima yeryüzünün emanetçisi olarak konumlandırılmıştır, sahibi değil. Bu emanetçilik, canlıları koruma ve onlara merhamet gösterme yükümlülüğünü içerir.
Bir hadis-i şerif: “Merhamet edenlere Rahmân da merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündeki de size merhamet etsin” buyrulur, merhameti evrensel bir ilke olarak tanımlamıştır. Bu, sadece insana değil, tüm yaratılmışa karşı gösterilmesi gereken bir tutumdur.
Bir başka hadis, bir hayvana su veren kişinin günahlarının affedileceğini müjdelemiş, bu eylemi büyük bir sevap kapısı olarak göstermiştir. Bu, bir canlının yaşam hakkına saygının ne denli kutsal kabul edildiğinin en güçlü kanıtıdır.
Hayvanlara eziyet etmeyi, onları aç bırakmayı veya güçlerinin üzerinde yük yüklemeyi kesinlikle yasaklar. Avlanmanın bile sadece ihtiyaç giderme amaçlı olmasına izin verir, zevk için öldürmeyi reddeder.
Bu ve benzeri emirler, dinlerin sadece ritüellerden ibaret olmadığını, aynı zamanda evrensel bir ahlakı inşa etme misyonunu taşıdığını gösterir. İnsanın bu yüce ahlaktan uzaklaşması, içindeki insanlığın yitip gitmesinin en açık işaretidir.
Hayvanlara yönelik şiddet, basit bir “hayvan meselesi” değil; insanlığın kendi eliyle yarattığı büyük bir ahlaki çöküşün ve vicdan iflasının hikayesidir. Kentleri beton yığınlarına dönüştürdükçe, o canlıları yaşam mücadelelerinde yapayalnız bıraktık. Medyanın manipülasyonları, toplumsal algının körelmesi ve yargının acziyeti, bu çöküşü sadece hızlandırmaktadır.
Bu vahşete karşı durmak, bir gönüllülük veya ek aktivizm seçeneği değil; insan olmanın en temel gereğidir. Canları korumak, doğayla ve birlikte yaşadığımız tüm varlıklarla uyum içinde yaşamak, insanlığın kendisine olan borcudur.
Unutmayalım ki, Peygamberlerin buyurduğu gibi, bir cana kıymak, bütün insanlığa kıymakla eş değerdir. Ve bu vicdan kıyımı, hepimizin insanlığını yok ediyor.
Vicdanlarımızı yeniden inşa etmeden, gerçek bir adalet ve merhametten söz edemeyiz.