Türkiye siyasetinde tüm siyasi partilerin dinsel, mezhepsel, etnik kimlik temelli söylemleri, daima hassas bir dengeyi zorlamıştır.
Mustafa Kemal Atatürk, 1919’da Erzurum Kongresi öncesinde şu tarihi tespiti yapmıştır:
“…milletçe kesinlikle savunulması beklenen haklar, özellikle iki noktada önemlidir. Birincisi, genel olarak devlet ve milletin tam bağımsızlığı. İkincisi de, vatanın asıl parçalarında çoğunluğun azınlıklara feda edilmemesidir. Tersi durumda millet, gayet zor durumda ve telafi edilemez oldu bittiler karşısında kalabilir…”
Bu sözlerin odağında etnik bir ayrım değil, siyasal egemenliğin ve toprak bütünlüğünün korunması kaygısı vardır. Bu tarihsel bağlam, günümüzdeki kimlik siyaseti tartışmalarından kavramsal olarak farklı olsa da, “milli birlik” nosyonunun hassasiyetini anlamak açısından çok önemli ve kritik bir kaynaktır.
Buradan hareketle Atatürk’ün “millet” tanımının etnisiteye değil, ortak kader ve yurttaşlık bağına dayandığını söylemek mümkündür. Onun, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” sözü, bu anlayışın özüdür. Bu, ırksal değil, siyasal ve kültürel bir üst kimliktir. Alt kimlikler (Kürt, Laz, Çerkez, Arap vb.) inkar edilmez, ancak siyasal aidiyetin belirleyicisi haline getirilmez.
Aşağıda belirtilen Atatürk ilkeleri ve Türkiye Cumhuriyeti bu vizyon üzerine inşa edilmiştir:
Cumhuriyetçilik ve Milliyetçilik: Egemenlik, etnik gruplara değil, “Türk milleti” adına bir bütün olarak halka aittir. Milliyetçilik anlayışı, ortak vatan, dil ve kader birliğine dayanır; etnik vurgu bu birliği zedeler,
Halkçılık: Sosyal ve siyasal haklarda mutlak eşitlik esastır. Kimlik temelli ayrıcalık veya dezavantaj yaratılamaz,
Laiklik: Siyasetin, din veya mezhep kimliği üzerinden yapılmaması gerektiği gibi, etnik kimlik üzerinden de yapılmaması gerektiğini ima eder,
Devletçilik/İnkılapçılık: Kamu görevlerinde liyakat ve tarafsızlık esastır. Hedef, geriye dönük ayrıştırıcı modeller değil, modern ve kapsayıcı bir toplum düzenidir.
Mevcut Anayasamızda da bu ilkeler somut hükümlere bağlanmıştır: 10. maddesine göre “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.”
Ayrıca 66. maddeye göre de “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” Yani, hukuken “Kürt, Laz, Gürcü, Arap, Sünni, Alevi” gibi alt kimlikler siyasal haklarda bir fark doğurmaz. Devlet veya kamu görevlileri, bu kimlikleri esas alarak avantaj veya dezavantaj yaratamaz. Çünkü kamu görevlileri tarafsızlık ve eşitlik ilkesine tabidir.
Bu hükümler, yurttaşlık tanımını hukuki bir bağa indirgeyerek, kimlik temelli ayrıcalık veya ayrımcılığın önünü hukuken kapatır. Bir siyasetçi veya Kamu Görevlisi “Ben şu etnik gruba öncelik verdim” veya “Listemde şu kimliğe özel yer açtım” gibi bir ifade kullandığında, bu hukuken tartışmalı hale gelir. Bu ve benzeri söylemlerle kastedilen husus bir anayasa ihlali oluşturmasa da anayasal eşitlik ilkesiyle gerilimli bir dil yaratır.
Aynı mantıkla, “Türk aday koydum” veya “Sünni adaylara öncelik verdim” veya “Suriyelilere öncelik verdim”, “Lazlara özel kontenjan açtım” gibi ifadeler de aynı ölçüde anayasal eşitlik ilkesine aykırıdır. Bu tür ifadeler, toplumda “pozitif ayrımcılık mı yapılıyor, yoksa kimlik temelli tercih mi var?” tartışmasına neden olur. Ve bu, toplumsal birliği zedeleyerek her etnik veya dini grubun “sıra bende” diyerek temsilde pay talep ettiği bir yarışa dönüşebilir. Toplumsal diyaloğun yerini kimlikler arası pazarlık alabilir.
Ülkemiz etnik, dinsel, siyasal ve kültürel açıdan çok katmanlı bir sosyolojik yapıya sahiptir. Günümüzde demokratik temsil ve kapsayıcılık ihtiyacı tartışmasız bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Bu nedenle Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi, söz konusu çeşitliliği ortak bir yurttaşlık kimliği altında birleştirmeyi amaçlamıştır. Atatürk’ün “Milli benliğini bilmeyen milletler, başka milletlerin avı olur.” uyarısı, tam da bu bölünme riskine dikkat çeker. Buradaki “milli benlik”, ortak yurttaşlık bilincine dayalı bir bütünlüğü ifade eder ve egemenliğin dış güçlerce manüpüle edilmesine karşı bir uyarıdır.
Özellikle kamu yöneticileri tarafından doğru ve kucaklayıcı söylemlerin toplumsal çeşitliliği kabul eden, eşit yurttaşlık ilkesini ve liyakati merkeze koyan, Biz” ve “onlar” ayrışması algısı yaratmayacak şekilde olması ülkemiz ve ulusumuz yararınadır.
Türkiye’nin demokratik geleceği kimlikler üzerinden ayrıştırıcı bir siyasetle değil, Atatürk’ün 1919’daki uyarısında olduğu gibi, bu birliğin her koşulda gözetilmesi gerekir.









