Türkiye siyasetinin merkezinde yer alan ana muhalefet partisi CHP’ne bağlı bir çok belediye, bu belediyelerin bir kısım yöneticileri ile partinin bazı yöneticileri, tarihinin en ciddi ve yaygın yolsuzluk iddialarıyla karşı karşıya. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu başta olmak üzere, parti yönetimine uzanan bu iddialar; usulsüz ihaleler, rüşvet, irtikap gibi suçlamalarla kamuoyunun gündemine oturmuş durumda. Ancak bu yazının konusu, iddiaların hukuki boyutundan ziyade, CHP’nin bu iddialara verdiği siyasi tepkinin kendisidir. Partinin, geleneksel “iç denetim ve şeffaflık” reflekslerini terk ederek benimsediği “topyekün siyasi direniş” stratejisi, yalnızca partinin geleceği için değil, Türkiye’nin tüm muhalefet ekosistemi için tarihi bir risk oluşturmaktadır.
CHP, geçmişte “şaibe” iddiaları karşısında temkinli ve ihtiyatlı bir tutum benimsemiş, ilgili kişileri geçici olarak görevden alma veya yargı sürecini bekleme eğiliminde olmuştur. Bu tutumu kurumsal itibarı korumaya yönelik geleneksel bir siyaset kültürünün yansımasıdır.
Ancak mevcut durumda “görünen”, CHP bu geleneksel çizgiden radikal bir kopuş sergilemektedir. İddialara verdiği tepki, belge temelli bir savunma veya iç soruşturmadan ziyade, olguyu tamamen “siyasi bir kumpas” olarak çerçevelemek ve bu çerçevede tabanını mobilize etmek üzerine kuruludur.
Cumhuriyet Başsavcılığı iddianamesine de yansıyan, somut ve belgeli olduğu ileri sürülen tüm iddialarda dahil olmak üzere; tüm iddiaları “genel kumpas” söylemi içine alınarak detaylı belge ve verilerle tek tek çürütülmek ve iddia sahipleri hakkında “iftira” gibi gerekçelerle suç duyurusunda bulunmak yerine, hukuki zemini tanımama ve “mağdur” pozisyonunu sürdürme şeklinde bir tavır sergilenmektedir.
Esasında demokratik siyasette haksız ve dayanaksız iddialara karşı en doğal ve beklenen tepkinin, somut verilerle bu iddiaları çürütmek olması gerekirken, parti yönetimi tüm iddia ve yargı süreçlerini iktidar tarafından yönlendirilen, seçimleri etkilemeye yönelik “operasyonlar” olarak görmekte ve/veya göstermekte; buradan hareketle de iddiaların hedefindeki isimler hakkında herhangi bir parti iç inceleme/soruşturma yapmaksızın görevlerinin devamına izin vermektedir.
Ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal kriz ortamı, ana muhalefet partisine “her türlü ihtimale karşı” maksimum şeffaflık ve iç denetimi zorunlu kılan tarihi bir sorumluluk yüklemektedir. Savcılık iddianamesine de dayandırılarak mahkemeye sunulan söz konusu iddialar karşısında “Doğru olduğu varsayımından hareketle tedbir almak” en akılcı ve sorumlu yoldur. Burada kastedilen, kişileri suçlu ilan etmek değildir; kurumsal itibarı korumak ve en kötü senaryoya hazırlıklı olmaktır. Zira sözkonusu iddiaların gerçek dışılığının ve haksızlığının ortaya konulması halinde parti zarar görmek bir tarafa siyasi bir kazanç elde edeceği malumdur.
CHP’nin yapmadığı, ancak en akılcı yol ve/veya tedbir aşağıdaki hususlar olmalıdır:
Parti Meclisi içinden veya parti dışından, saygın, tarafsız uzmanlardan oluşan bir komisyon iddiaları inceleyerek halka açık bir rapor sunmalıdır. Rapor, “Bu iddia asılsızdır, şu belgeyle çürütülmüştür” veya “Bu iddia ciddi şaibe içermektedir” gibi net sonucu ifade etmelidir;
Yargı sürecini beklemeden, iddialara karışan isimler hakkında etik ihlal soruşturması başlatılmalıdır. Bu, partinin “içerden denetim” yapabildiğini göstermenin en güçlü yoludur;
İç tahkikat veya Etik Kurul’un ciddi şaibe tespit ettiği kişiler hakkında, “kesin hüküm” beklenmeden, “parti ve kamu yararı” gerekçesiyle geçici olarak görevden alma kararı alınmalıdır. Bu durum bir suçlama değil, standart bir kurumsal prosedür olarak sunulmalıdır;
Parti sözcüleri, mitinglerde sadece “kumpas” demek yerine, en azından birkaç ana iddiaya ilişkin somut belge ve bilgileri (alım süreçleri, banka kayıtları, ihale belgeleri) kamuoyuyla sistematik bir şekilde paylaşmalıdır ki, bu tarafsız seçmeni ikna etmenin tek yoludur.
Eğer CHP mevcut stratejisinde ısrar eder ve gerekli iç denetim tedbirlerini almazsa, sonuçları çok daha vahim olacaktır:
İddiaların bir kısmının dahi doğrulanması partinin “dürüst muhalefet” iddiasını tarihe gömer. Parti “iktidardakilerden farkı olmayan, sadece iktidar olma hırsındaki bir yapı” olarak kodlanır, kurumsal itibarı tamamen çöker,
İlkeli ve şeffaflık bekleyen seçmen kitlesi derin bir hayal kırıklığıyla partiden uzaklaşır. CHP sadece “sert çekirdek” taraftarlardan oluşan, marjinalleşmiş bir yapı haline gelerek tabanında büyük bir çözülme yaşanır,
Parti önümüzdeki çok uzun yıllar boyunca toparlanamayabileceği bir iç savaş ve iktidar mücadelesine sürüklenir.
Türkiye Siyaseti ve Sosyolojisi Açısından ise; “Sistem içi muhalefetin anlamı kalmadı”, “hepsi aynı” algısı topluma yerleşir, bu da siyasi umutsuzluğu besler,
Ana muhalefetin bile iç denetim yapamaması, yolsuzluğun normalleşmesi ve siyasette ahlak standardının tamamen kaybolması anlamına gelir,
Vatandaşın devlete, siyasete ve hukuka olan zaten kırılgan olan güveni, onarılamaz bir darbe alır. Bu, sosyal barışı ve istikrarı daha da kırılgan hale getirir.
Dolayısıyla, CHP kurumsal kimliği ve Türkiye’nin muhalefet geleneği tarihi bir ikilemle karşı karşıyadır. Bir yanda, kısa vadeli siyasi mobilizasyon sağlayan ancak partiyi ve ülkeyi muazzam bir riskin altına sokan “siyasi savaş” stratejisi, diğer yanda ise kısa vadede sancılı olsa da uzun vadede güven inşa edecek olan “şeffaflık ve iç denetim” yolu.
CHP yönetiminin sorumluluğu “en kötü senaryoyu varsayarak hareket etmek”, kurumsal itibarını her şeyin üstünde tutmak ve iddialara karşı en güçlü silah olan şeffaflığı kuşanmaktır. Bağımsız bir tahkikat başlatmak, şeffaf bir savunma yapmak ve şaibeli isimleri geçici de olsa görevden almak sorumluluğun gerektirdiği seçenektir. Aksi bir tercih, yalnızca bir partinin değil, Türkiye’de sağlıklı bir siyasi muhalefetin, toplumsal güvenin ve umudun geleceğini de tehlikeye atacaktır.










