Demokrasi ile eğitim arasındaki ilişkiyi sorguladığımızda, karşımıza sıradan bir bağdan çok daha derin bir ilişki ortaya çıkmaktadır.
Bu ilişkiyi ifade etmek üzere Amerikalı düşünür John Dewey’in “…demokrasi sadece bir yönetim biçimi değil, temelinde bir birlikte yaşama biçimidir; Bu yaşam biçiminin sürekliliği de vatandaşların bilinçli katılımına bağlıdır ve bu katılımı mümkün kılan tek araç ise eğitimdir. Demokrasi, nesilden nesile aktarılabilecek bir şey değildir, her yeni nesil onu yeniden kazanmalıdır ve eğitim onu kazanmanın temel aracıdır…” şeklinde ki görüş perspektifinden bakıldığında demokrasi ile eğitim arasında adete simbiyotik bir ilişki, yani birbirini var eden ve besleyen, tıpkı ikiz kardeşlerde olduğu gibi birini diğerinden ayırmak mümkün olmayan bir bağ olduğu görülür.
Peki nasıl?
Sağlıklı işleyen bir demokrasi, vatandaşların eleştirel düşünebilmesini, hakkını arayabilmesini, farklı görüşlere saygı duymasını ve bilgiyi analiz ederek akılcı kararlar verebilmesini gerektirir. Tüm bu “bilinçli vatandaşlık” becerileri ise ancak kaliteli bir eğitimle kazanılır.
Tam tersi de doğrudur, gerçek bir eğitim, ancak ifade özgürlüğünün, sorgulamanın ve özgürce tartışmanın olduğu demokratik bir ortamda filizlenebilir. Sansür ve baskının olduğu yerde eğitim, “itaatkar bireyler” yetiştirmenin aracına dönüşür.
Kısacası, bir toplumda demokrasinin sağlığını anlamak için eğitim sistemine bakmak yeterlidir. Tıpkı ikiz kardeşler gibi, birinin hasta olması diğerinin de hasta olduğunun göstergesidir.
Bu ilişkinin can damarı, yani ikiz kardeşliğin sağlam kalabilmesi ve sürekliliği için eğitimin Laik, Bilimsel ve Çağdaş bir niteliğinin olması gereklidir;
Laik eğitim, hiçbir dini inancın diğerinden üstün tutulmadığı, tüm vatandaşların eşit kabul edildiği bir zemin sunar. Demokratik bir toplumun çoğulcu yapısının temelidir,
Bilimsel eğitim, eleştirel düşünceyi ve kanıta dayalı akıl yürütmeyi öğretir. Siyasi propagandayı, yalan haberi ve komplo teorilerini gerçeklerden ayırt edebilmemizi sağlayarak, demokrasinin en büyük tehdidi olan manipülasyona karşı en güçlü panzehirdir,
Çağdaş eğitim ise durağan değil dinamik olmalıdır, evrensel insan hakları, demokratik değerler ve çoğulculukla uyumlu değişen dünyaya ve yeni sorunlara ayak uydurabilen, demokrasiyi geleceğe taşıyan bireyler yetiştirir.
Ayrıca, bu ilişkinin somut yansımasını yönetim biçimlerinin eğitimden beklentilerinde net olarak görmek mümkündür. Benzer şekilde, bir eğitim sisteminin niteliği, o ülkedeki demokratik kültürün düzeyi hakkında net bilgiler verir;
Demokratik Yönetimler: Eleştirel düşünen, sorgulayan, hak ve sorumluluklarının bilincinde, yaratıcı bireyler yetiştirmeyi amaçlar. Fırsat eşitliğine odaklanır, eğitimi temel bir hak olarak görür ve herkes için erişilebilir kılmaya çalışır.
Otoriter/Anti-Demokratik Yönetimler: İtaatkar, sorgulamayan, mevcut düzene uyumlu “tek doğruyu” benimsemiş vatandaşlar yetiştirmeyi hedefler. İdeolojik dogmalarla dolu, eleştirel düşünceyi bastıran bir müfredat ve sansür yaygındır. Eğitim, seçkin bir kesimin ayrıcalığı haline gelir.
Ülkemizde, Köy Enstitüleri “demokrasi ile eğitimin ikiz kardeşliği” fikrini somutlaştıran mükemmel ve aynı zamanda trajik bir örnektir. Bu enstitüler, laik ve bilimsel eğitimi Anadolu’nun en ücra köşelerine götürerek demokratik katılımın yolunu açmayı, sadece “okumuş” değil “yapabilen” ve sorgulayan özgür bireyler yetiştirmeyi hedefledi, “İş içinde eğitim” modeliyle eleştirel düşünceyi beslerken, kültür ve sanatı merkeze alarak yaratıcı ve özgüvenli bireyler yetiştirdi.
Ancak, bu devrimci proje köylüyü sömürüye karşı bilinçlendirmesi nedeniyle sosyal huzursuzluk yaratacağı düşüncesinde olan yani, “köylüyü kendisinin efendisi yapma” idealinden rahatsız olan statükocu güçler (ağalar, toprak sahipleri, bazı muhafazakar siyasetçiler) tarafından, “komünist yetiştirildiği dolayısıyla milli, dini ve geleneksel değerlere zarar verildiği, kız-erkeklerin birlikte eğitiminin toplumsal rollerde değişimi körüklediği savıyla eleştirildi; Hatta bu eleştirilerin aydın-sanat çevrelerinden de, örneğin Peyami Safa gibi, geldiği kayıtlarda yer alır.
Köy Enstitüleri’ne yönelik muhalefetin ardındaki gerçek dinamiği, dönemin bir milletvekiline atfedilen “Köylü okur, yazarsa benim tarlayı kim sürecek? Ben o zaman marabayı nereden bulacağım?” sözüyle özetlemek mümkündür. Bu ve benzeri söylemler ideolojik suçlamaların bir kılıf olduğunu, asıl tehdidin enstitülerin feodal sosyo-ekonomik düzeni ve iktidar ilişkilerini temelden sarsması olduğunu gösterir. Eğitilen köylü, itaatkar bir maraba olmaktan çıkıp kendi kaderinin efendisi olma yoluna girdiği için, bu düzenden çıkarı olanlar yüzünden nihayetinde 1954 yılında maalesef sonlandırdı.
Türkiye’nin demokratikleşme ve kalkınma yolundaki en büyük fırsatlarından biri böylece yitirildi.
Dünyada bu idealin başarıldığı örnekler var, Finlandiya, ezberden uzak, eleştirel düşünceyi ve yaratıcılığı merkeze alan laik eğitim sistemi sayesinde dünyanın en şeffaf ve en istikrarlı demokrasilerinden birine sahip. Kanada ise eğitime entegre ettiği çok kültürlülük ve hoşgörü politikasıyla, farklılıkların bir arada yaşayabildiği güçlü bir demokrasi inşa etti.
Demokrasi ile eğitim arasındaki ikiz kardeşlik bağı “tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan” sorusundaki gibi karşılıklı ve birbirini besleyen bir döngüdür. Yönetim biçimi eğitimin çerçevesini çizer, eğitim ise yönetimin geleceğini inşa eder. Kalıcı, sağlıklı ve istikrarlı bir demokrasi için laik, bilimsel ve çağdaş bir eğitim şarttır. Eğitimi gözden çıkarmak, demokrasinin geleceğini de gözden çıkarmak anlamına gelir. Unutmayalım, demokrasi bir miras değil, her neslin eğitim yoluyla yeniden kazanması gereken bir yaşam biçimidir.