Türkiye ekonomisi, derinleşen yapısal sorunların ardından, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in “…faiz dışı açık verdik, faizi de borçlandık; Ana parayı borçlanıyorsunuz birde faizi borçlanıyorsunuz. Şimdi biz bundan sonraki üç yılda faiz dışı fazla hedefliyoruz yani faiz ödemelerinden daha fazla bir bütçe fazlası verip artık yavaş yavaş faizin bütçedeki payını aşağı indireceğiz. Dolayısıyla 2026 yılında faiz harcamalarının milli gelire oranı % 3.5 civarında zirveye ulaşıyor, program dönemi sonunda da % 3.3 civarına iniyor…” şeklindeki son açıklamalarıyla yeni ve daha endişe verici bir aşamaya girmiştir.
“Faizi de borçlandık” ifadesi, krizin özünü teşkil ediyor. Devlet, mevcut gelirleri ile nedeni ne olursa olsun cari harcamalarını dahi finanse edemediği için, faiz ödemelerini ancak yeni borçlanmalarla gerçekleştirebiliyor. Bu durum, “borcun faizini ödemek için yeni borç almak” anlamına gelmekte olup, faizin faizini yaratarak borç sarmalını daha da büyütecektir.
“Ana Parayı Borçlanıyorsun, Bir de Faizi Borçlanıyorsun” şeklindeki sözler ise, borç dinamiğinin kontrol dışına çıktığının bir beyanıdır. Devlet, tıpkı bir kredi kartının asgari ödemesini başka bir kartla yapan birey gibi, finansal bir kısır döngünün içine hapsolmuş durumdadır.
Açıklamalara göre izlenen strateji, krizi 2026 yılında doruk noktasına taşıyıp burada göğüslemek üzerine kurulu. Faiz giderlerinin Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’ya (GSYH) oranının %3.5 seviyesinde zirve yapacak olması, milli gelirin kayda değer bir bölümünün sadece faiz ödemelerine ayrılacağı anlamına gelmektedir.
Orta Vadeli Proğram’ın 2026 bütçesi bu tabloyu net bir şekilde ortaya koyuyor:
2026 bütçesine öngörüsüne göre toplam 18.9 trilyon liralık harcamanın 12 trilyonu borç/faiz ödemeleri ile SGK ve KİT açıklarına aktarılacak olup, devletin asli işlevi olan mal/hizmet alımına ise sadece 1.2 trilyon liralık bir kaynak ayrılacak.
2026 yılında 16,2 trilyon lira olarak hedeflenen bütçe gelirleri de bu anlamda kaygı vericidir. Bütçe gelirlerinin neredeyse tamamı vergiler ve “diğer gelirler”den (trafik cezaları, harçlar vb.) oluşuyor. Buna göre 2024’te 18 milyar, 2025’te 21 milyar lira olan özelleştirme gelirlerinin 2026 bütçesinde olağanüstü artırılmasını öngörmek kaçınılmaz oluyor; Bu, eldeki son kamu varlıklarının satışa çıkarılacağının işareti. Köprülerimiz, limanlarımız, enerji tesislerimiz ve hatta sahillerimiz devreden çıkabilir.
Peki, neden bugünkü noktaya gelindi? Bu sorunun cevabı bugüne kadar sorunların kökünü çözmekten ziyade semptomları geçici olarak baskılamaya yönelik politikaların tercih edilmesidir. Bütçe gelirlerini artırmak amacıyla sürekli olarak ÖTV ve KDV’nin yükseltilmesi, enflasyonu körüklerken, vergi yükünü de en çok dar gelirlilerin sırtına yükledi. Enflasyonun gerisinde kalan memur, emekli maaşı ve asgari ücret artışları, halkın satın alma gücünü sistematik olarak aşındırdı. Döviz kurunu baskılamak için Merkez Bankası rezervleri tedbirsiz ve ölçüsüz kullanıldı.
Bakan Şimşek’in “faiz dışı fazla” vurgusu, geleneksel mali disiplin anlayışına bir dönüşe işaret etmektedir. Bu durum, “yangını söndürmek için benzin dökmeyi bırakıp, itfaiye ile müdahaleye başlamak” şeklinde yorumlanabilir. Programın başarıya ulaşabilmesi için sıkı para politikası ile sıkı maliye politikasının tutarlı bir şekilde sürdürülmesi, birbiriyle çelişen adımlardan kaçınılması gereklidir. TCMB’nin bağımsızlığı ve kredibilitesi fiilen tesis edilmeli, vergi yükü dolaylı vergiler yerine gelir ve servet üzerine kaydırılmalı, iş yapma, hukuk, eğitim ve rekabet ortamını iyileştirecek reformlar acilen hayata geçirilmelidir.
Ülkemiz ekonomisi için artık temel mesele büyüme veya refah değil, devletin finansal sürdürülebilirliğini sağlamak ve borç sarmalından çıkabilmektir. 2026, bu mücadelenin kaderinin belirleneceği bir eşik olacaktır. Önümüzdeki tercih, kısa vadede zor olsa da sıkı disiplinle uzun vadeli çıkışı seçmek ile geri dönüşü çok daha zor bir kaosa razı olmak arasındadır.