Türkiye ekonomisi, 2025 yılı itibarıyla sıradan dalgalanmaların ötesine geçen, köklü ve birbiriyle bağlantılı çoklu krizlerle yüzleşmektedir. Bu durum, yaşananları artık geçici bir kriz olarak değil, politika tercihleri, kurumsal yapılar ve üretim dinamikleri arasındaki derin bağlantılar çerçevesinde okumayı zorunlu kılmaktadır. Aşağıda ifadeye çalıştığım mevcut tablo ve gidişat, iç içe geçmiş yapısal sorunların birleşiminden kaynaklanan bir “Kusursuz Fırtına” metaforu ile açıklanabilir;
Ekonomi yönetimindeki sık değişen politikalar, yatırım ortamında belirsizliği artırmaktadır. Net doğrudan yabancı yatırım girişlerinin 2007’deki 19,9 milyar dolar zirvesinden, 2025’in ikinci çeyreğinde 4,8 milyar dolara gerilemesi bu durumun somut bir göstergesidir. Daha çarpıcı olan, mevcut yatırımların %32,8’inin gayrimenkule yönelmiş olmasıdır, bu oran 2007’de %14,7 seviyesindeydi. Yerli sermayenin de yurt dışına yönelmesi ve gayrimenkul yatırımlarının 2,3 milyar dolara ulaşması, güven sorununun boyutlarını ortaya koymaktadır.
Dünya Adalet Projesi 2023 Endeksi’nde Türkiye, 142 ülke arasında 117. sırada yer almış, yargı bağımsızlığında ise 123. sıraya gerilemiştir. Bu durum yatırımcılar nezdinde ciddi endişelere yol açmaktadır. Uluslararası medyada çıkan ve Türkiye’yi “yeni İsviçre” olarak niteleyen haberler, ülkenin uluslararası finans sistemindeki itibarını zedelemekte ve uzun vadeli yatırımların önünde engel teşkil etmektedir.
İmalat sanayisinin GSYİH içindeki payı, 2000’li yıllardaki %22’lerden 2024’te %16,8’e gerilemiş olması ekonominin can damarında ciddi bir zayıflamaya işaret etmektedir. Enerji fiyatları ve döviz kuru dalgalanmalarının yarattığı maliyet baskısı da, rekabet gücünü önemli ölçüde aşındırmaktadır.
Tarım sektöründeki dönüşüm ise daha endişe verici bir tablo çizmektedir; Temel tarım ürünlerinde ithalatçı konuma gelinmesi ve 2026 bütçesinde tarımsal desteklere ayrılan payın %0,9 olması, gıda güvenliği açısından önemli bir alarmdır.
Hazine’nin %31,87 faizle borçlanmak zorunda kalması, enflasyon beklentilerinin ne kadar derinleştiğini göstermektedir. 200 milyar doları aşan özel sektör dış borcu, kur şokları karşısında şirketler için varoluşsal bir risk oluşturmaktadır. Eylül 2025’te TÜFE’nin %33,3, ÜFE’nin %31,8 olarak açıklanması ve gıda enflasyonunda dünya birinciliği, enflasyonla mücadelenin geleneksel yöntemlerle sınırlı kaldığını ortaya koymaktadır.
0,410’luk Gini katsayısıyla (Gelir dağılımı eşitsizliğinde kullanılır, 1’e yaklaştıkça gelir dağılımındaki eşitsizliği gösterir) Türkiye, Avrupa’nın en yüksek gelir eşitsizliğine sahip ülkesidir. Yasal takibe düşen kişi sayısının 1,7 milyondan 3,1 milyona çıkması, hanelerin finansal stres altında olduğunu göstermektedir. Vergi gelirlerinin %62’sinin dolaylı vergilerden oluşması ise gelir dağılımındaki adaletsizliği daha da derinleştirmektedir.
Ekonomik göstergelerin ötesinde ayrıca, Türkiye’nin uzun vadeli kalkınma kapasitesini etkileyen iki kritik alanda daha sıkıntılı sinyaller mevcuttur:
Birincisi, nitelikli insan sermayesinin yurt dışına yönelmesidir. Mühendis, doktor, akademisyen ve uzmanlardan oluşan genç ve dinamik nüfusun önemli bir kısmı, daha iyi çalışma koşulları ve yaşam standartları arayışıyla yurt dışına gitmektedir. Bu durum, sadece bir “beyin göçü” sorunu değil, aynı zamanda ülkemizin geleceğe dönük üretim potansiyeli üzerinde olumsuz etkileri olan yapısal bir problemdir.
İkinci önemli risk ise kurumsal hafızanın ve planlama kapasitesinin aşınmasıdır. Kamu yönetiminde teknik liyakatin ikinci plana atılması, Merkez Bankası, Hazine ve düzenleyici kurumlar gibi kritik yapıların uzun vadeli politika üretme kapasitesini zayıflatmaktadır. Kurumların “günlük kriz yönetimi” moduna sıkışması, yapısal sorunlara kalıcı çözümler üretilmesini giderek zorlaştırmaktadır. Bu durum, ekonomik istikrar arayışında kısır bir döngü yaratmakta, kurumsal zayıflık daha fazla istikrarsızlığa, istikrarsızlık ise kurumların daha da zayıflamasına yol açmaktadır.
Gelir dağılımındaki eşitsizliğin derinleşmesi, orta sınıfın erimesi ve yoksulluk sınırındaki nüfusun artması, toplumsal dayanışma ve sosyal uyum üzerinde baskı oluşturmaktadır. Sosyal güvenlik sistemindeki finansal sıkıntılar ile eğitim ve sağlık hizmetlerine erişimdeki fırsat eşitsizlikleri, insani gelişmişlik endekslerinde gerilemeye yol açmaktadır.
Bu bağlamda, sivil toplum kuruluşları, meslek örgütleri ve akademik kurumların politika yapım süreçlerine katılımı, daha kapsayıcı ve sürdürülebilir çözümler üretilmesi açısından hayati önem taşımaktadır. Toplumsal mutabakatı güçlendirecek diyalog kanallarının açık tutulması, uygulanacak ekonomik politikaların meşruiyeti ve etkinliği bakımından faydalı olacaktır.
Öte yandan, yeşil dönüşüm ve dijitalleşme süreçlerinin yarattığı yeni küresel ekonomik paradigma, Türkiye için hem fırsatlar hem de riskler barındırmaktadır. Geleneksel sanayi yapısını bu dönüşüme uyarlayamayan ekonomilerin, küresel değer zincirlerindeki konumlarını kaybetme riski bulunmaktadır. Türkiye’nin otomotiv, tekstil gibi geleneksel ihracat kalemlerinde rekabet gücünü korurken, aynı zamanda yeni nesil teknolojilere yatırım yapması stratejik bir öneme sahiptir.
Bu veriler ışığında, önümüzdeki yıl Türkiye ekonomisi açısından özellikle riskli görünmektedir. Hazine’nin yüksek maliyetli borçlanmalarının geri ödeme yükünün zirve yapacağı bu dönemde, siyasi otoriteyi daha radikal kemer sıkma önlemleri almaya zorlayabilecektir.
Ülkemizin ekonomisinin bekleyen bu “kusursuz fırtınanın” üstesinden gelebilmesi için kısa vadeli politika değişiklikleri ve yüzeysel müdahaleler yeterli değildir. Bağımsız yargı, şeffaf yönetişim, liyakate dayalı kamu yönetimi, katma değeri yüksek üretimi teşvik eden uzun vadeli politikalar, gelir dağılımını iyileştirecek vergi reformları ve sosyal politikalar ile nitelikli bireyleri ülkede tutacak ve AR-GE’yi destekleyecek teşvikleri içeren kapsamlı bir reform paketine ihtiyaç olduğu kanaatindeyim.











