İktisat teorisinde, toplam talebin toplam arzı aşması sonucu genel fiyat düzeyinde sürekli artışın yaşandığı ekonomik dengesizlik hali “talep enflasyonu” olarak tanımlanır. Bu sorunun geleneksel tedavisi, merkez bankalarının faiz artırımı gibi para politikası araçlarıyla talebi kontrol altına almaktır.
Türkiye’de de bugüne kadar ekonomi yönetimleri, enflasyon kaynaklı dengesizliği genellikle talep enflasyonu unsurlarını gerekçe göstererek talep kısıcı politikalarla çözmeye çalışmıştır. Ancak, Türkiye ekonomisi derinlemesine incelendiğinde sorunun odağında “saf talep enflasyonu”ndan ziyade, maliyet enflasyonu ve kur enflasyonunun toplam talebi tetiklediği, birbirini besleyen çoklu faktörlerden oluşan karmaşık bir yapının olduğu görülür. Diğer bir ifadeyle, Türkiye’deki enflasyonist sürecin merkezinde talep unsurları birincil neden değil, daha çok bir sonuçtur ve bu haliyle enflasyonu artıran bir kuvvet çarpanıdır.
Enerji, hammadde ve ara malı ithalatına yüksek oranda bağımlı bir ekonomi olan Türkiye için döviz kuru da, enflasyonun en kritik belirleyicisidir. Türk Lirası’ndaki (TL) değer kaybı, üretim maliyetlerini doğrudan ve anında artırmakta, bu da “maliyet enflasyonu” olarak nihai mal ve hizmet fiyatlarına yansımaktadır. Bu durum, “Kur-Enflasyon Sarmalı” olarak adlandırılan aşağıdaki gibi bir kısır döngüyü beslemektedir:
TL’nin değer kaybı enflasyonu yükseltir > Yükselen enflasyon, geleceğe dair enflasyon beklentilerini körükler > Artan belirsizlik ve beklentilerle birlikte dövize olan talep artar > Döviz talebinin artması TL’yi daha da değersizleştirir > Döngü tekrar başa sararak kısır döngüye dönüşür.
Bu sarmal, Türkiye’deki enflasyonun temel dinamiğidir. Dolayısıyla, yalnızca faiz artırımı gibi talep kısıcı politikalar bu yapısal sorunu çözmekte yetersiz kalmakta, hatta ekonomiyi durgunluğa sürükleyerek “stagflasyon” riskini artırmaktadır.
Maliyet ve kur enflasyonu, özellikle aşağıda belirtilen unsurlar üzerinden toplam talebi tetikleyerek enflasyonist süreci daha da şiddetlendirmektedir:
“Bugün 100 TL’ye alabildiğim ürünü, yarın 120 TL’ye alacağım” korkusu, tüketicileri ihtiyaçları olmasa bile stok yapmaya ve erken satın almaya iter. Bu davranış, piyasadaki mevcut mal kıtlığını derinleştirerek fiyatları daha da artırır ve enflasyon beklentisini bir “kendini gerçekleştiren kehanete” dönüştürür.
Kur Korumalı Mevduat (KKM) için ödenen farklar, düşük faizli krediler ve yüksek kamu harcamaları, piyasaya sürekli TL enjekte edilmesine neden olur. Bu durumda piyasada dolaşan TL miktarının artmasına rağmen, bu parasal genişleme aynı hızda bir mal ve hizmet artışına yol açmamaktadır. Daha fazla paranın, aynı miktardaki mala talep oluşturması fiyatlar genel seviyesini yukarı çekmektedir.
Mevduat faizlerinin enflasyon oranının altında kalması (negatif reel faiz), tasarrufların bankadaki satın alma gücünün aşındığı anlamına gelir. Bu durum, bireyleri paralarını bankada tutmak yerine, tüketim malı alımına (talep enflasyonu), döviz/altın alımına (kur enflasyonu) veya konut/araba gibi varlıklara yönelmeye (varlık fiyatı enflasyonu) iter. Negatif reel faiz, tüketim ve yatırım mallarına olan talebi suni olarak yükseltir.
“Üretimi ve yatırımı canlandıralım” iddiasıyla uygulanan düşük faiz politikası, firmaların ve bireylerin negatif reel faizle borçlanmasını teşvik eder. Bu şekilde oluşan kredi genişlemesi, ekonomideki toplam talebi artırarak enflasyonist baskıyı daha da güçlendirir.
Yukarıda ifade edildiği üzere ülkemizde gözlemlenen toplam talep artışı, klasik anlamda refah düzeyindeki bir iyileşmenin değil, maliyet şoklarının yarattığı panik ve paradan kaçış içgüdüsünün sonucudur. Bu durum, “sağlıksız” bir talep patlamasına işaret eder. Dolayısıyla çözüm, esas itibariyle enflasyonla mücadelede yalnızca talep yönlü fiyat artışlarını önlemeye dönük parasal tedbirlere (faiz artırımları, kredi kısıtlamaları) odaklanmak değildir. Bu yaklaşım temel sorunu göz ardı ettiği için hem eksiktir hem de arzulanan amaca hizmet etmemektedir.
Türkiye’de her on yılda bir (küresel krizlerden de bağımsız olarak) uzun süreli derin ekonomik krizler yaşanmasının altında yatan neden de budur. Enflasyonla mücadele denildiğinde ağırlıklı olarak parasal sıkılaştırma (faiz artırımları) ve kredi kısıtlamaları gibi talep kısıcı tedbirlere başvurulduğundan, yapısal sorunlar çözülememekte ve krizler kronik hale gelmektedir.
Asıl ve kalıcı çözüm, ağırlıklı olarak İthalata bağımlılığı ve yerli üretim maliyetlerini azaltan, üretim ve teknolojiye dayalı üretime önem veren, gereksiz ve katma değer yaratmayan kamu harcamalarını azaltan, Selektif (seçici) kredi politikalarını önceleyen, acil olmayan kısa vadeli yatırımları uzun vadeye yayan, dolaylı vergilerden daha çok dolaysız vergilere ağırlık veren, doğrudan yatırımı teşvik eden kurumsal ve hukuki düzenlemelerin hayata geçirilmesi gibi yapısal politikalarla mümkün olabilir.










