Türkiye, 2011 yılından bu yana devam eden Suriye iç savaşının bir sonucu olarak, küresel ölçekte en fazla geçici koruma altında kişiye ve mülteciye ev sahipliği yapan ülke konumundadır. Resmî rakamlar 3.5 milyon civarında Suriyeliyi işaret etse de, gerçek rakamın bu sayının üzerinde olduğuna dair yaygın bir görüş bulunmaktadır. Bu kitlesel nüfus hareketliliği, ülkeyi benzersiz sosyal, ekonomik, siyasi ve özellikle ulusal güvenlik sonuçları ile karşı karşıya bırakmaktadır.
Öncelikle ekonomi yönünden bir değerlendirme yapacak olursak; Geçici Koruma altındaki nüfusun ekonomik etkisinin çok boyutlu olduğunu, en olumlu tarafının ise özellikle inşaat, tarım ve tekstil gibi sektörlerde önemli bir ucuz işgücü kaynağı oluşturmaları ve yaklaşık 20 bini aşkın Suriyeli şirketin istihdam yaratması olduğunu söylemek mümkündür.
Ancak, bu durumun olumsuz yanları daha ağır basmaktadır. Örneğin Suriyelilerin büyük kısmı kayıt dışı çalışmaktadır. Bu durum bir taraftan sosyal güvenlik kurumlarında ciddi gelir kayıplarına neden olurken, diğer taraftan bu insanlara büyük oranda bedava olarak yapılan sağlık, eğitim ve diğer kamu hizmetleri ve doğrudan nakit yardımları için milyarlarca dolar harcanması, zaten zor durumda olan hazine için ek bir yük getirmektedir. Ayrıca, Okullar, hastaneler, ulaşım sistemleri ve su/elektrik altyapısı, planlanmamış bir nüfus artışına göre dizayn edilmediği için aşırı yüklenmiş, kalite de düşmüştür.
İşgücü piyasasında ise, özellikle vasıfsız yerli işçiler açısından ciddi bir rekabet ve ücret baskısı ortaya çıkmıştır. İşverenlerin düşük ücretle çalışmaya razı olan Geçici Koruma altındaki kişileri/mültecileri tercih etmesi, Türkiye’nin kronikleşen genç işsizlik sorununu daha da derinleştirmiştir. Ayrıca, ani nüfus artışının temel mal ve hizmetlere olan talebi artırması, özellikle kira ve gıda fiyatlarını yukarı çekerek enflasyonist bir baskı yaratmaktadır.
Uzun süreli misafirliğin “kalıcılık” algısına dönüşmesi, toplumun önemli bir kesiminde “Neden hala buradalar?” sorusu etrafında önemli bir sosyal tepki ve siyasi kutuplaşma yaratmıştır. Kültürel farklılıklar, dil bariyeri ve yetersiz entegrasyon politikaları, toplumsal huzursuzluğu ve ayrışma riskini artırmaktadır. Özellikle laik-seküler hassasiyeti fazla olan kesimlerde, muhafazakar bir profile sahip olan Geçici Koruma altındaki kişiler ve mülteci nüfusun Türkiye’nin sosyo-kültürel yapısını dönüştüreceği endişesi hakimdir.
Demografik yapıdaki dönüşüm bir diğer kritik endişe kaynağıdır. Suriyelilerin Türkiye ortalamasının oldukça üzerinde seyreden doğurganlık oranı (Türkiye’nin ortalamasının tahminen 3-4 katı civarında), uzun vadede ülkenin nüfus bileşiminde önemli değişikliklere işaret etmekte ve etkin bir entegrasyon sağlanamaması halinde “paralel toplum” yapılanmalarının, gettolaşmanın ve sosyal çatışma potansiyelinin önünü açması kuvvetle muhtemeldir.
Ayrıca, Geçici Koruma altındaki kişiler ve Mülteci meselesi, Türkiye için çok boyutlu ve derin bir ulusal güvenlik sorunsalıdır. Kanaatimce en çok dikkat edilmesi gereken ve en riskli konu budur; Bu durumu ve riskleri aşağıdaki başlıklarda özetleyebiliriz:
İç Güvenlik ve Suç Potansiyeli Taşımaktadır: Kontrolsüz nüfus hareketliliği, yasadışı örgütler için eleman temini, insan kaçakçılığı ve suç oranlarında artış gibi somut riskleri beraberinde getirmektedir. Kayıt dışı yaşayan bireylerin takibinin zorluğu, bu riski daha da karmaşık hale getirmektedir.
Üniter Yapıya Yönelik Varoluşsal Tehditler İçermektedir: En kritik güvenlik endişesi, Türkiye’nin üniter yapısına yönelik oluşan potansiyel tehditlerdir. Özellikle Hatay gibi tarihsel olarak hassas olan ve Suriye’nin toprak iddialarında bulunduğu bir bölgedeki demografik değişim, ileride Suriye veya başka aktörler tarafından “ilhak” veya “özerklik” talebi için bir koz olarak kullanılabilir. Bu durum, ülkenin toprak bütünlüğüne yönelik stratejik bir tehdit oluşturmaktadır.
Ayrılıkçı Hareketlerle İttifak Olasıdır: Güneydoğu’daki ayrılıkçı terör örgütleri ile mülteci nüfus içindeki radikal unsurlar veya kimlik odaklı gruplar arasında, “ortak haklar” veya “özerklik” söylemi etrafında pragmatik bir ittifak olasılığı, özellikle yabancı istihbarat kaynaklarınca dikkatle izlenen ciddi bir reailitedir.
Dış Müdahaleye Açık Zafiyet yaratmaktadır: Bu geniş nüfus, emperyal güçler veya bölgesel rakipler tarafından Türkiye’yi zayıflatmak ve baskı altında tutmak için kullanılabilecek bir zafiyet alanı yaratmaktadır. Uluslararası insan hakları kuruluşları üzerinden yürütülebilecek manipülasyonlar veya mültecilerin silahlandırılması ihtimali, istikrarsızlığı tetikleyebilecek dış kaynaklı tehditler olarak değerlendirilebilir.
Diplomatik İkilem Yaratmaktadır: Türkiye, Geçici Koruma altındaki kişiler ile mültecileri AB’ye karşı bir koz olarak kullanırken stratejik bir ikilem yaşamaktadır. Bu politika, kısa vadeli mali destek sağlarken, neden olduğu sosyo-demografik dönüşümler ve güvenlik riskleri, Türkiye’yi AB’nin demokrasi, hukuk devleti ve azınlık hakları gibi uzun vadeli siyasi kriterlerinden uzaklaştırmakta ve üyelik perspektifini zayıflatmaktadır.
En özet cümle olarak Türkiye, kısa vadeli çıkarlar ile uzun vadeli demografik, sosyolojik ve özellikle ulusal güvenlik riskleri arasında sıkışmış durumdadır. Mevcut durumun sürdürülebilir olmadığı açıktır. Bu nedenle, en olası ve makul çözüm, kademeli, planlı, kontrollü ve uluslararası destekli bir geri dönüş sürecini hayata geçirmektir.
Bu sürecin sağlıklı işleyebilmesi için;
Uluslararası İş Birliklerine giderek, Suriye’de güvenli bölgelerin oluşturulması ve yaşam altyapısının yeniden inşası için uluslararası fonlar seferber edilmeli, geri dönüşler gönüllülük esasına dayalı ve insani koşullarda organize edilmelidir.
Etkin Entegrasyon ve Sıkı Güvenlik Politikaları ile Ülkemizde kalması kaçınılmaz olan nüfus için dil eğitimi, mesleki vasıf kazandırma ve sosyal uyumu merkezine alan etkin entegrasyon politikaları ivedilikle uygulanmalıdır. Aynı zamanda, suç ve yasadışı örgütlenmelerle mücadele için sıkı güvenlik önlemleri ve etkin bir kayıt-altına alma sistemi hayata geçirilmelidir.
Vatandaşlık prosedürleri şeffaf, kontrollü, güvenlik sorgulamalarından geçirilmiş ve toplumsal uzlaşıyı gözetecek şekilde yürütülmelidir.
Türkiye’nin, hem insani değerleri hem de ulusal güvenlik çıkarlarını dengeleyen, uzun vadeli ve vizyoner bir stratejiye ihtiyacı bulunmaktadır. Aksi takdirde, bugün yönetilmeye çalışılan nüfus, yarın çok daha karmaşık ve telafisi zor bir varoluşsal krize dönüşme potansiyeli taşımaktadır.









