Ekonomik performansın değerlendirilmesinde en sık kullanılan kavramların başında “büyüme” ve “kalkınma” gelir. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanılmakla birlikte Büyüme daha fazla üretimle ilgilidir, bir ülkenin Gayri Safi Yurtiçi Hasılası’nın (GSYİH) artışıyla ölçülür ve ekonomik faaliyetlerin nicel artışını ifade eder. Buna karşılık kalkınma sadece üretim artışı değil, aynı zamanda yaşam standardının yükselmesi, gelir dağılımının düzelmesi, eğitim ve sağlık hizmetlerinin kalitesinin artması ve kurumların güçlenmesi sürecidir, daha geniş bir perspektifle bu büyümenin toplumsal refaha dönüşmesini kapsar.
Dolayısıyla büyüme, kalkınmanın ön koşulu olabilir, fakat tek başına daha iyi bir yaşam için yeterli değildir.
Türkiye’nin 1950 yolo sonrası ekonomik serüveni Büyüme ile Kalkınma arasındaki ayrımın en somut örneğini oluşturmaktadır. Ülkemiz farklı dönemlerde uyguladığı büyüme modellerini nisbeten başarıyla uygulamış, ancak bu büyümeyi sürdürülebilir ve kapsayıcı bir kalkınmaya dönüştürmede yetersiz kalmıştır;
- 1950-2024 arası 73 yıllık dönemde Türkiye ekonomisi 74 kat büyümüştür,
- 1950–1980 İthal İkameci Sanayileşme modelinin uygulandığı yıllardır; Ortalama %5 büyüme sağlanmış, sanayi altyapısının temelleri atılmıştır. Ancak bu dönem kronik enflasyonun başlangıcına ve dış ticaret açıklarının artışına sahne olmuştur,
- 1980–2000 İhracata Dayalı Büyüme modelinin uygulandığı yıllardır; ortalama %4.8 büyüme sağlanmış, İhracat önemli ölçüde artmış, fakat 1994 ve 2001 krizleri yaşanmış, gelir dağılımı bozulmuş, enflasyon yapısal bir karakter kazanmıştır,
- 2001–2023 İnşaat ve Tüketime Dayalı Büyüme modelinin uygulandığı yıllardır; ortalama %5.2 büyüme sağlanmış, GSYİH önemli oranlarda artmıştır; Fakat büyüme sıcak paraya bağımlı, inşaat sektörünün ön plana çıktığı, istihdam yaratma kapasitesi düşük ve kırılgan bir karaktere bürünmüştür. Kronik enflasyon geri dönmüş, genç işsizlik yükselmiş ve gelir adaletsizliği derinleşmiştir.
Büyüme, kalkınmanın önündeki engelleri kaldırmak yerine, çoğu zaman rant, gelir dağılımındaki eşitsizlik gibi engellerin üzerine inşa edildi. Bu durum, Türkiye’nin geleneksel “orta gelir tuzağı”ndan daha tehlikeli olan “orta kurumlar tuzağı”na sürüklendiğinin bir göstergesidir, sorunun sadece ekonomik değil, daha çok kurumsal ve siyasi olduğunu vurgular.
Orta Kurumlar Tuzağı, bir ülkenin zayıf kurumsal yapıları sayesinde büyüyebildiğini, ancak bu büyüme modelinin onu bir üst ligde rekabet edebilecek güçlü bir refah toplumuna dönüştüremediğini ifade eder. Bu anlamda yargı, eğitim, kamu yönetimi gibi kurumlar orta kalitededir, ne tamamen çökmüştür ne de gelişmiş ülkelerdeki gibi güçlü, bağımsız ve şeffaftır.”Ne iyi, ne kötü” bir ara durumdadır. İşler bir şekilde yürür, ancak verimli, adil ve öngörülebilir değildir. Büyüme güçlü kurumlar yerine, zayıf kurumların yarattığı rant alanları üzerine inşa edilmektedir; Bu, kısa vadede büyümeyi sağlar (GSYİH artar) ama uzun vadede verimsizlik, yolsuzluk ve eşitsizlik yaratır.
Bu anlamda Türkiye’nin önceliği, “ne kadar büyüdük?” sorusundan daha çok “nasıl bir refah toplumu inşa ediyoruz?” sorusuna kesin bir şekilde geçiş olmalıdır. Bunun için de aşağıda ana hatlarıyla belirtilen bir reform paketini uygulaması gereklidir:
Uzun vadeli yatırımın ve toplumsal güvenin temeli olan bağımsız ve tarafsız bir yargı, verimliliği ve adaleti artıracak liyakat esaslı bir kamu yönetimi, kaynakların etkin kullanımını sağlayacak şeffaflık ve yolsuzlukla mücadele yapacak bir kurumsal dönüşüm yapmalıdır,
Makroekonomik İstikrarı sağlamak ve enflasyonla etkin mücadele için, bağımsız bir Merkez Bankası ve bilimsel verilere dayalı politikaların uygulanmasının yanı sıra, sürdürülebilir bir büyüme için kamu mali disiplininin sağlanması ve tasarrufların teşvik edilmesi gereklidir. Gelir adaletini sağlamak üzere de dolaylı vergilerden daha çok gelir ve servet üzerinden alınan adil bir vergi sistemine geçilmelidir,
Üretim Modelinin Dönüştürülmesi şarttır; Katma değeri yüksek sektörlere (yazılım, ilaç, yapay zeka, ileri mühendislik) yönelinmeli, Ar-Ge yatırımları artırılmalı, üniversite-sanayi iş birliğinin geliştirilmesi gereklidir. Rüzgar, güneş, jeotermal ve nükleer enerji yatırımlarıyla cari açığın en büyük nedeni olan enerji ithalatının azaltılmasına önem verilmelidir,
Sosyal Kalkınma için yani Beşeri Sermayenin Güçlendirilmesi için de; Ezberci değil, eleştirel düşünen, yaratıcı, dijital okuryazar bireyler yetiştiren bir modele geçilmeli, PISA gibi uluslararası sıralamalarda yükselmek temel hedef olmalıdır; Nitelikli gençler teknoloji ve yeşil ekonomi gibi sektörlere yönlendirilmelidir, bu sayede beyin ve nitelikli insan göçü de engellenmiş olacaktır,
Bu reformlar hayata geçirilemezse Türkiye, ani bir çöküşten daha çok, yapısal sorunların kalıcı hale geldiği bir “Kronik Çürüme” sürecine girebilir; Bu senaryoda:
Ekonomik kırılganlık kalıcılaşır, yüksek enflasyon, düşük büyüme ve yüksek işsizlik yapısal hale gelir, orta sınıf sürekli erir,
Beyin göçü kitlesel bir boyuta ulaşır ve ülke en değerli sermayesini kaybeder,
Gelir adaletsizliği, umutsuzluk ve yozlaşma toplumsal dokuyu aşındırır. Sosyal huzursuzluk kronikleşir,
Ekonomik olarak zayıf ve iç sorunlarla boğuşan bir Türkiye’nin bölgesel ve küresel etkisi azalır,
21.yüzyıl bilgi ve teknoloji çağında Ülke “Orta Kurumlar Tuzağında” potansiyelini gerçekleştiremez, vasatın altında bir performansla yetinmek durumunda kalır.
Türkiye’nin önündeki tercih nettir: Kısa vadeli ve kırılgan büyüme modellerinde ısrar etmek yerine, kurumsal reformlarla desteklenmiş nitelikli bir kalkınma modeli benimsenmelidir. Daha fazla inşaat veya tüketim değil, yargıda, eğitimde, kamu yönetiminde köklü kurumsal reformlarla desteklenmiş, nitelikli ve sürdürülebilir bir kalkınma modeline geçerek, 21. yüzyılda hak ettiği yerde olacak veya potansiyelini heba etmeye devam edecektir. Bu tercih, salt bir ekonomi politikası değişikliğinden öte, köklü bir zihniyet dönüşümü gerektirmektedir. Zaman daralmakta olup, Türkiye’nin geleceği bu tarihi tercihe bağlı görünmektedir.