Bilim insanları dünyanın en saygın dergilerinden Science‘ta, Marmara Denizi’ndeki depremlerin son 15 yılda sistematik olarak batıdan doğuya, yani İstanbul’un kapısına doğru ilerlediğini ileri sürmektedir.
Son yayımlanan uluslararası araştırma, Nisan 2025 tarihinde 6,2 büyüklüğündeki depremin, fayı rahatlatmak bir yana, doğudaki “kilitli” ve enerji biriktiren segmentler üzerindeki baskıyı artırdığını vurguluyor. Artık İstanbul’un güneyinde, Avcılar açıkları ile Prens Adaları arasında kalan yaklaşık 15-20 kilometrelik “sessiz” bir bölüm, bir sonraki orta veya büyük depremin adayı olarak işaret ediliyor.
Peki, bu ne anlama geliyor? Bir “domino etkisi” ile batıdan doğuya doğru ilerleyen sismik aktivite, şehre çok yakın, uzun süredir kırılmamış ve büyük enerji biriktirmiş fay segmentlerini tetikleyebilir. 2025 depreminin ardından fay hattında beklenen rahatlama görülmedi. Bu durum, yeni ve daha büyük bir kırılmaya işaret ediyor. Araştırmacıların vardığı çarpıcı sonuca göre Nisan 2025 depremi, 1766’dan beri biriken enerjinin sadece çok küçük bir kısmını serbest bıraktı.
Her ne kadar ülkemizde bir kısım deprem ve yer bilim uzmanları tarafından, bahsi geçen bu bölge için çok büyük şiddette bir deprem olmayacağı ileri sürülse dahi, önemli olan husus riskin boyutu ne olursa olsun hazırlıklı olmak ve her türlü riski minimize etmek için önceden gerekli tedbirleri almaktır. Jeofizik Mühendisleri Odası’nın da vurguladığı gibi, deprem bir doğa olayıdır, yani bir “tehlikedir”. Bu tehlikenin bir “riske”, yani can kaybına, yıkıma dönüşmesi ise tamamen “hassasiyet” veya “hasar görebilirlikle” ilişkilidir. Risk formülü basittir: Risk = Tehlike x Hasar Görebilirlik. Hasar görebilirliğin sıfıra doğru yaklaştığı ölçüde, risk de sıfıra yaklaşır, azalır. Yani deprem kaçınılmaz bir tehlike olsa da, bunun bir afete dönüşmesi bizim hazırlığımıza bağlıdır.
Depreme hazırlık denildiğinde genellikle “mikro ölçeklendirme ve fayların tespit edilmesinin” en önemli husus olduğu ileri sürülmektedir; bu doğrudur. Ancak, bu işlemlerin çok büyük bir mali kaynak ve zaman gerektirdiği de bir gerçektir. Diyelim ki, mikro ölçeklendirme yapıldı ve/veya fayların yeri tespit edildi, tespiti yapılan fay üzerinde veya yakınında yoğun bir yapılaşma var ise bu yapılaşmayı buradan kaldırmak, yeni yapılar inşa etmek ülkemizin bugünkü ekonomik koşullarında mümkün değildir. Ayrıca, aynı fay üzerinde sıralı, hatta yan yana olan binaların bir kısmının yıkılmasına/hasar görmesine rağmen bir kısmının ya çok az ya da hiç hasar görmediği bilgisine de deprem sonrası düzenlenen raporlardan görmekteyiz. Dolayısıyla sadece fayı izlemek yetmez, yerin altındaki gerilimi anlamak kadar, üzerindeki şehrin dayanıklılığını da haritalamak ve güçlendirmek zorundayız.
AFAD’ın 6 Şubat 2023 depremleri sonrası hazırladığı rapor, sadece o bölgeye özgü olmayan, tüm ülkeyi ilgilendiren yapısal gerçekleri gözler önüne sermiştir. Bu raporda, yapıların taşıyıcı sistemlerindeki kritik hatalar, kalitesiz malzeme, yetersiz denetim ve sonradan yapılan müdahalelerin yıkımdaki rolü net bir şekilde ortaya konulmuştur.
İşte tam bu noktada, İstanbul başta olmak üzere tüm Türkiye için en kritik “hassas” gösterge, yapı stoğumuzun durumu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tespitler ışığında, yapı stokuna bakıldığında ortaya çıkan tablo hiç iç açıcı değildir:
Ülke genelinde, 25.3 milyon toplam yapı(BİNA) stokunun yaklaşık %53’ü (13.3 milyon bina) 2001 yılı öncesinde inşa edilmiş veya yapım yılı belli değil. 2001, yapı denetiminin yasal zorunluluk haline geldiği yıldır ve bu tarih, güvenli yapılaşma açısından kritik bir milattır.
İstanbul özelinde ise durum daha da vahim. Şehirdeki 4.75 milyon yapının %54’ü (2.58 milyon bina) 2001 öncesi veya yapım yılı belirsiz kategorisinde. Üzerine bir de “imar barışı” kapsamında kayıt belgesi alan yapılar eklendiğinde, İstanbul’daki yapı stokunun %61’lik bölümünün “risk potansiyeli taşıyan” kategoride olduğu görülüyor.
İzmir, Bursa, Balıkesir, Manisa gibi diğer büyük ve deprem kuşağındaki şehirlerimizde de bu oranlar %60’ların üzerine çıkıyor.
2018/3194 Sayılı İmar Kanununun Geçici 16. Maddesi doğrultusunda sadece en son uygulamaya alınan imar Barışı ile 5 milyon 849 bin konut ve 1 milyon 237 bin ticari olmak üzere toplam 7 milyon 86 bin adet bağımsız bölüm yararlandırılmış, bu kapsamda yaklaşık 3 milyon 100 bin adet de Yapı Kayıt Belgesi düzenlenmiştir. Ülkemizde yaklaşık olarak 31 milyon konut ve 5 milyon ticari alandan oluşan toplam 36 milyon bağımsız bölüm-konut olduğu dikkate alındığında, son imar barışı ile toplam bağımsız bölümün-konutun yaklaşık % 20’sinin meşrulaştırılmış olması düşündürücüdür.
Son çeyrek yüzyılda yaşadığımız büyük depremlerin tüm raporları aynı gerçeği işaret etmektedir. Asıl sorun sadece mevzuat değil, uygulamadaki eksiklikler, kalitesizlik ve denetimsizliktir. O halde, kentsel dönüşümün onlarca yıl süreceği gerçeğiyle yüzleşirken, acil ve kısa vadede hayata geçirilmesi gereken iki hayati adım var:
Bilimsel ve kapsamlı bir yapı stoku envanteri çıkıralmalıdır; Her binanın tek tek analiz edilerek risk durumunun tespit edildiği, merkezi ve yerel yönetimler, üniversiteler ve meslek odalarının iş birliğiyle yürütülecek devasa bir envanter çalışması şart. Bu, kaynakları doğru yönlendirmenin ilk adımıdır. Sadece konutlar değil, hastaneler, okullar, itfaiyeler gibi kritik kamu binaları ile ulaşım ve altyapı hatları da bu envanterin parçası olmalıdır.
Yık-Yap’tan güçlendirmeye Geçilmesi de ikinci hayati adımdır. Kaynaklar ve zaman kısıtı düşünüldüğünde, tüm riskli binaları yıkıp yeniden yapmak gerçekçi değil. Bu noktada, uygun olan yapılar için bilimsel yöntemlerle güçlendirme alternatifi daha hızlı ve ekonomik bir çözüm olarak öne çıkmaktadır. Nitekim, tarihi yapılar için hazırlanan kılavuzlarda bile, yapısal güvenliğin koruma ilkeleriyle uyumlu şekilde nasıl artırılabileceği detaylıca anlatılıyor. Bu bilgi birikimi, modern yapılar için de etkin şekilde kullanılabilir. Güçlendirme, yıkım ve yeniden inşaat sürecine göre çok daha kısa sürede, daha az maliyetle ve mevcut sosyal dokuyu bozmadan uygulanabilir.
Bu uyarıları, elimizdeki yapı stoku verileriyle birleştirdiğimizde karşımıza çıkan tablo nettir. Olası bir Marmara depremi sadece bir doğal afet değil, Türkiye için varoluşsal bir tehdittir. GSMH’nın yarısından fazlasını yaratan, sanayi üretimi ve ihracatın büyük bölümüne ev sahipliği yapan bu bölgedeki yıkım, yüz milyarlarca doları bulacak doğrudan yenileme maliyetinin yanısıra, yıllar sürecek insan, üretim, ihracat ve istihdam kaybı ve sistematik bir finansal kriz anlamına gelir.
Harekete geçmek için artık “beklenen büyük deprem” ve/veya ülkemizin herhangi bir bölgesinde deprem olmasını bekleyemeyiz. Bugün, derhal, her bir binamızın sağlamlığını sorgulayacak, güçlendirilebilir olanları bilimle ayakta tutacak, şehrin alt yapısını güçlendirecek bir seferberliğe ihtiyacımız var. Çünkü “ileri sürüldüğü” gibi Marmara’da depremler adım adım şehre yürüyor ise, bizim de adım adım bina, yol, köprü, havaalanı gibi her bir yapıyı güvence altına alma zorunluluğumuz vardır. Maalesef, İstanbul ve ülke olarak karşı karşıya olduğumuz risk, sadece doğanın değil, aynı zamanda yılların birikmiş ihmallerinin de eseri olacaktır.










