GÜN SARMALI.
Güne başlamak, gün içine uyunmak, güne kavuşmak, gün ile aydınlanmak, günün telaşına kapılmak. Daha niceleri. Gün için o kadar çok söylenen var ki. Geceyi sona erdirendir Gün. Karanlıktan kurtuluş, aydınlığa kavuşma diye tanımlanır. Gün mü kıymetlidir, gece mi bu sorunun aslında tam cevabı verilememiştir. İnsanlık bu ikilemin içinde oyunlar oynamış, kendine göre tanımlamalar yapmıştır. Kendine gün sendromları üretmiştir. En bilindik olanı pazartesi sendromudur. Aslında sendromun sebebi insandır ancak günah yine keçinindir. Buradaki keçi insanın yarattığı, adlandırdığı aslında doğada olmayan daha doğrusu hiç var olmayan Pazartesidir. Pazardan sonraki gün. Hafta sonu tatilinin sonrası ilk iş günü. Günahı yok tertemiz yeni bir gün. Doğadaki diğerleri gibi bir gün. Güneşin doğuşu ile batışı arasında geçecek zaman dilimine verdiğimiz ad ile anılan pazartesi. Hafta başı mutsuzluğumuzun baş aktörü. Olmaması gereken, var olması hata olan gün. Diyelim ki tüm insanlık karar aldı ve pazartesini kaldırdı. Kim var sırada, Salı. Sonra Çarşamba, Perşembe, Cuma. Onları da kaldırdık. Geriye en masum iki gün kaldı Cumartesi ve Pazar. Ne güzel olurdu haftalar cumartesi başlayıp, Pazar sona erse. Arada başlayıp biten günler ne olacak biz isim vermedik diye ortadan mı kalkacaklar. Doğa kendi düzenini bozup bize mi uyacak? Yoksa bozduğumuz diğer doğa düzenleri gibi günleride mi bozacağız. Bunlar cevabı zor sorular. Aslında cevap vermek istemediğimiz sorular. Kimimiz güne evinde sıcak yatağında başlar. Kimimiz bir maden kuyusunda, kimimiz fırıncı tezgahında, kimimiz de kendine ev olsun diye verilen derme çatma konteynır ya da çadırda. Kimimiz kızarmış ekmeğe yağ bal süreriz, kimimiz akşamdan kalan çorbayı kaşıklarız. Kimimiz de yağan yağmur sonrası sızan sularda ıslanan ekmekten kurtardığımız kuru parçaları yeriz.
Olmadı değil mi ? Ne güzel olmayan günlerden pazartesinden, salıdan bahsederken ne gerek vardı da aklınıza depremzedeleri getirdim. Suç bende. Pazartesinin sendromunu konuşmak varken nerden çıktı çadır, nereden çıktı kuru ekmek. Yediğin en kuru ekmek kızarmış ekmek miydi ? O da yağlı, ballı olandı değil mi? Aceleyle yer, sonrasında atarsın kendini kapıdan dışarı homurdanarak. Arabana, otobüse, vapura binersin bir telaşla işe gidersin. Pazartesi sendromuna lanet okuyarak. Ama hiç aklına getirmek istemezsin Hatay’da işi olmayanı ya da işe gidecek ayaklarını deprem yıkıntılarında bırakanları. En büyük pişmanlık ve acı üç gün sürermiş. Sonrasında insan aklı bahaneler üretir, hafifletirmiş acıyı. Daha sonra alışkanlık, ondan sonrası unutkanlık. Biz böyleyiz. Biz buyuz ne yazık ki. Sonraki gün yoktur. Hele bir de pazartesi ise hiç yoktur. En büyük sıkıntımız hafta sonu nereye nasıl giderim sorusuna cevap aramaktır. Çünkü tüm gözde mekanlar dolmaktadır. Mutlaka onlardan birinde olmamız gerekmektedir. Masada ödenen hesap binlerce lira umurumuzda değildir. Mekanın elli masası bir depremzedenin eviymiş, kime ne. Hava olsun diye dağıtılan bahşiş, tekerlekli sandalyenin fiyatıymış, umurumda mı. Düzen böyle yapacak bir şey yok. Haydi hep beraber eller havaya. Hayat bu işte. Aklıma geldi paylaşayım dedim. İbni Haldun söylemiş “Coğrafya kaderdir” sözünü. Bu söz, doğduğun yer belirler hayatının ve sonraki günlerin anlamınada gelir aslında. Senin hangi dine, hangi tanrıya inanacağını da doğduğun coğrafya belirler. Ne şekilde doğup ne şekilde öleceğini, ne içip, ne yiyeceğini de. Yoksa gün Pazar olmuş ya da pazartesi olmuş hayatın umurunda değildir. Sen Hatay’da doğmuş olmakla yanlış mı yaptın? Hayır. Ben Ankara’da doğduğum için şanslı mıyım? Hayır. Bizler Müslüman olduğumuz için seçkin insanlar mıyız? Hayır. O zaman beni diğerlerinden farklı kılan nedir? Ben niye damı akan konteynırda yaşarken, bir diğeri boğaza sıfır yalıda şişesi yüzbinlerce lira olan şarap yudumluyor. Orası Türkiye değil mi? Farklı bir ülke mi? Hatay Türkiye’de değil mi? Bizler başka dine mi mensubuz? Hani çoğrafya kaderimdi. Ne oldu onların kaderi altın kalemle yazıldı da ben mi bilmiyorum? Aslında cevabı hepimiz biliyoruz. Ancak söylemeye korkuyoruz. Onlar benim olanı benden çaldı. Günlerimi çaldı. Evimin tuğlasını, demirini çaldı. Soframdaki lokmamı çaldı. Emeğimi çaldı. Onun yüzünden depremde benim evim dayanamadı yıkıldı. Onun yüzünden yağmur artığı ekmek parçalarına muhtaç kaldım. Onun hesabını ödeye bilmek için maden kazalarında öldüm. Onun arabasının tekeri için sokakta kendimi sattım. Onun bilmem ne marka parfümü için çocuklarım okula aç gidiyor. Kıçı acımasın atlas mindere otursun diye gençlerim uyuşturucu müptelası oluyor. Evet benim coğrafyam ile onun coğrafyası aynı. Yaşadığımız günler farklı. Onların haftası hep cumartesi başlayıp pazar bitiyor. Onlar üretmiyor, çalışmıyor. Onlar sadece bizi sömürüyor.
Bunun tek bir çözümü var. Çalınanı geri almak. Bunun başka bir çözümü yok. Uyduracağımız başka bir gün yok. Yeniden doğmak gibi bir şansımız yok. Bizler bu ülkede doğduk. Bu ülkede yaşayacağız. Bu ülkede büyüyüp, bu ülkede çoğalacağız. Yaşamak için üretmek zorundayız. Ancak ürettiğimizi eşit paylaşmalıyız. Hatay’da Doğumevinde doğan çocukla İstanbul’da Medikal parkta doğan çocuk aynı mamayı yiyebilmelidir. Hatay’da deprem ile evini kayıp eden insanım ile Ankara’da yaşayan insanım aynı barınma imkanlarına sahip olmalıdır. Bunun tek aracı tek yolu vardır Sosyalizm. Katıksız , amasız, şunsuz bunsuz Sosyalizm. Erkan Baş bunun için yürüyor. Hatay’la, İstanbul’u, Ankara ile Van’ı, Diyarbakır ile İzmir’i birleştirmek için yürüyor. Sosyalizm için, eşit haklar için yürüyor. Bırakın pazartesi yerinde kalsın. Bu yürüyüş için beş dakikanı ayır, Erkan Baş ile Türkiye İşçi Partisine sahip çık. Onlar geleceğin için çabalıyor. Üç kuruşluk hazın peşini bırakıp, yarının için yürümeye başla.
Diğer Köşede buluşmak üzere.